3 kapılı bir dolabı vardı annemin. İki kanadı raflı çarşaflar, çamaşırlar için ve orta kapısı aynalı, yabanlıkları giyip kuşanıp tarandıktan sonra endamın seyri için aynalı. Endam aynasıydı boy aynasının daha eski adı şimdilerde ne deniyor bilmiyorum.
Küçük Medrese’de yaşıyorduk.
Ben üç yaşına varmadan daha ölmüştü babam.
Sucu Mehmet. Yenile öğrendim ki “Hami” diye de çağrılıyormuş babam özellikle rumlar “Hami” diye seslemeyi tercih ediyormuş babamı, neden acaba. İyiliksever biri olduğundan mı acaba.
Yıllarca at arabası ile su taşıdığı için susuz sokaklarına, çeşmesiz evlerine Lefkoşanın “Sucu”. Şimdiki çocuklar sıcak sulu, hidroforlu havuzlu evlere doğuyorlar ya, nereden bilsinler susuz sokakları çeşmesiz evleri ve komşuya koku payı gönderilmeden oturulmayan sofraları hatta komşunun ne olduğu da unutuldu gibi birşey.
Annelerindi eskiden evler, hayır tapuları değil kendileri. Tapular kocaların babaların üstüne olsa da annelerindi evler ve anlamakta zorlanacaksınız biliyorum da erkek egemen iktidara karşı bir tavırdı bu sessiz ve kendiliğinden. Keşke şimdi de öyle olsa ama ne gezer, artık herhangi dört ana duvarın çerçevelediği odalar topluluğunda “ev” sıcaklığı rahatlığı cüretkarlığı, pervasızlığı ne yazık ki yok ve yeni ‘ konutların’ koçanları “karıların” üstüne de yapılsa koy verin kuyruğunu gitsin, eskiden bu kadar erkek egemen değildi hayat ve iktidar.
Doğallığıdır annelik kadının ve homo ekonomikus yaşama biçemi kiralık anneliği icat etmiştir, annelerin doğallığını en ucuz işgücüne dönüştürmek için.
Annem de, dolabını bütün anneler gibi verev yerleştirmişti yatak odası olsa da gerektiğinde misafir odası olarak kullandığı odaya. Bir kenarından uzun duvara diğer kenarından da kısa duvara dayamaktır verev yerleştirmek. Böylece dolabın arkasında üçgen bir boşluk oluşur tıpkı duvara monte ya da plazma televizyonların çıkmasından önce televizyonların yerleştirildiği gibi..
Üç kapılı dolaptan başka bir camlı dolap dört koltuk bir de orta masası vardı ayni odada direkleri topuzlu namsiyeli çift kişilik yatağa ek olarak.
Çocukluğumuzun en popüler oyunları erkekler için top kızlar için de ip atlamaydı, bir ayak oyununu karma olarak oynadığımız da olurdu.
Hava yağmurlu değilse Yenicami’de (Atatürk ilkokulu avlusunda) saatler süren maçlar yapardık ve topun plastik, lastik, içli dışlı ama patlak olması bile keyfimizi bozamazdı.
İçimizden top oynamak geçer de hava fena halde yağmurlu ise evlerimizin içinde odalarda “gol atan kaleci” oynardık.
Nedir gol atan kaleci derseniz. Genellikle “fanella”(sonraları tenis topu) topla oynadığımız bir oyundu.
3 kapılı dolap kale olurdu, kaleci topu kafa vuracak şekilde sırayla atar ve biz de kafayı çakardık, çakardık ki Fevzi Baba, Arap Erdoğan misali. Golü atan kaleye geçer ve oyun annemiz gelinceye kadar sürerdi.
Dolap verev konur da arkasında üçgen bir boşluk olurdu ya arada bir topumuzu dolabın arkasına o boşluğa kaçırırdık. Kardeşler dolabın bir kenarına asılır dolabı geçebileceğimiz kadar çekip topumuzu alırdık.
Bir seferinde dolabı çektik, arkada şeker – un torbası beyazlığında ağzı büzgülü ve bağlı bir torba gördük. Nedir bu acaba açsak annemiz ne der, kızar mı diye düşünürken torbayı açmış bulunduk.
O da ne, bir de ne görelim. Torbanın içinde bir adet piyade tüfeği ( ki sonradan mücahit olunca biz adı baba piyade olmuştu ve üniversite yıllarımızda da Ahmet Arif etkisi ile flinta) ve az sayıda ( o gün çok sanmıştık) mermi.
Demek ki 60 lı yılları bulmuştuk ya da eli kulağındaydı Cumhuriyetin.
Demek ki savaş yakındı, hava dönmüş gerilimden esiyordu yel.
Annemin dolabı bir gün 74 yılından sonra bir gün taşınınca biz Küçük Medrese’den kırılıp yolup gitti.