Türk – Rum ortak Kıbrıs Cumhuriyeti’ne hayat veren 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarının ve bu anlaşmaların öngörü ve kurallarına göre oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın en önemli ve yaşamsal kurallarından birisi, devletin iki ortak “cemaatın/toplum”un, devlet organlarında görev yapacakları belirleyen seçimler için ayrı seçmen kütükleri olmasıdır. Bunca yıl sonra, Rumlar’ın kabul etmek istemediği siyasal eşitliğin, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na yansıyan somut kurallarından birisiydi bu!
Ortak 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden önceki İngiliz Sömürge Yönetimi döneminde de, bu hep öyleydi. Belirlenmiş sayıdaki Türk ve Rum Kavanin Meclisi (Legislative Council) üyeleri, ayrı seçmen kütükleri ve ayrı seçimlerle seçiyorlardı. 1931 Rum İsyanı’na kadar muhtar ve azalar da ayrı ayrı seçilirdi. EOKA terörünün başlamasına kadar seçimle oluşan belediye meclislerinin üyelerini de Türk ve Rum seçmenler ayrı ayrı seçerlerdi.
Bu işin daha da gerisi var. Osmanlı döneminde de ayrı seçmen listeleriyle ayrı seçim yapılırdı.
Yani, bu Kıbrıs coğrafyasında seçimler, Türkler ve Rumlar bağlamında hep ayrı olagelmiştir. Yani bu Ada’da, Osmanlı İmparatorluğu’nda Birinci Meşrutiyet’in kurulması ile başlayan seçim sürecinin sonucu olarak, 1876’dan beri “ayrı seçmen kütükleri ile ayrı oy pusulaları,” yani “ayrı siyasal irade belirleme hakkımız” vardır.
İngiliz Sömürgesi’nde de bu böyle idi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nde de!
Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki hakkımız, uluslararası hukukun ta kendisi olan Zürich ve Londra anlaşmalarından kaynaklanıyordu. Yani bu hakkımız uluslararası hukuk bağlamında “tescilli”dir.
Kaldı ki bu hakkımız, bütün çözüm planlarında, bu bağlamda yer aldı.
BM’nin ve tüm dünyanın desteklediği Annan Planı’nın ayrı referandumlara sunulması ile, bir kez daha fiilen tescil edilmiş oldu.
Sözün kısası, egemenlik, siyasal eşitlik ve ayrı self-determinasyon hakkımızın tarihi dayanağı, temeli ve hukukî/fiili göstergesi/kanıtı, ayrı/bağımsız seçmen kütükleri ve ayrı oy pusulaları hakkıdır.
Nerden çıktı şimdi bu şimdi diye düşünebilirsiniz. Bu bakımdan hemen söyleyeyim. Hani Mayıs 2019’da Güney Kıbrıs’ta AB parlamentosu seçimleri yapılacak ya! AKEL, bir Kıbrıslı Türk’ü aday göstereceğini açıkladı. Ayrıca Rum Yönetimi, bu seçimde oy kullanma hakkı olan 80 000 Kıbrıslı Türk seçmen olduğunu açıkladı. Geçmişte ya da şimdi, böylesi seçimlerde kişilerin aday olması konusuna hiç değinmeyeceğim. Benim sorunum kurumlarla! Çünkü bunlar basit, sıradan, hele de iyi niyetli hareketler değil; tersine, Rumlar’ın Türkler’e bakış açısını gösteren, sinsice niyetlerin dışavurumudur. Kimse bunu AKEL’in iyi niyet göstergesi olarak da değerlendirmesin! Çok açıkça söylenebilecek şudur bu konuda: Eğer ortada bilgisizlik/cehalet yoksa feci bir gaflet vardır. Çünkü AKEL, “tescillenmiş” bir hakkımıza sinsice saldırı içindedir bu girişimiyle! Bu konuda (İbrahim Aziz davası dolayısıyla) Avrupa yargısının verdiği karar var ama bu karar işin özünü değiştirmez. Kaldı ki bu salt hukuksal bir konu da değildir. Tarih vardır ve (Rum siyaseti için ne denli geçerli olması bir yana) etik diye bir şey vardır.
Bu girişim sonuç verir mi? Yani bir Kıbrıslı Türk AB Parlamentosu üyeliğine seçilir mi? Sanmam ama seçilse bile yansıması olumlu değil olumsuz olacaktır. Zaten kökleşen ayrılığı daha da kökleştirecektir.
Bu girişimin Türk tarafında deprem yaratması gerekirdi. Oysa inanılmaz bir kayıtsızlık vardır. Ana Muhalefet UBP bile işin ayırımında olmadığını kanıtlarcasına, yalnız 6 AB üyeliğinden 2’sinin hakkımız olduğunu söylemekten öte bir şey yapmadı; konunun özüne dokunmadı.
***
Şimdi değişik gibi görünen ama öz bakımından farklı olmayan bir konuya geçelim.
T.C. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nın KKTC’deki temasları ve yapılan açıklamaların yansımalarını merak edip ertesi günkü gazete manşetlerine göz attığımda şunları gördüm:
Yeni Düzen: “Her formül konuşulur.”
Halkın Sesi: “Masa Rum tarafının üzerine devrildi.”
Diyalog: “18 ay gecikme ile tarihi itiraf.”
Kıbrıs Postası: “Ağızlardaki bakla çıktı: İki devletli çözüm.”
Havadis: “Federasyona veda.”
Afrika: “Tahrik ve kışkırtma.”
Güneş: “Hiçbir seçeneği dışlamıyoruz.”
Böyle durumlarda gazete manşetleri genelde aynı olur ya da birbirine çok benzer. Bu kez öyle olmadı. Bu manşetlerin tümünün ün, ortaya çıkan durumu iyi yansıttığını düşünüyorum, çünkü gerçekten de ortaya net bir tablo çıkmadı. Türk tarafında, tüm seçeneklere (federasyon, konfederasyon, gevşek federasyon, iki devletlilik ya da başka bir formül) açık olma konusunda uzlaşma olduğu açıklandı.
Bana göre manşetlerin en gerçekçisinin (Sayın Akıncı’nın bir gün sonra federasyonun en gerçekçi çözüm olduğunu vurgulama gereğini duymasına karşın), Havadis’in film adına benzeyen (önek olarak “Silahlara Veda” gibi) “Federasyona Veda” manşeti olduğunu düşünüyorum.
İçlerinde hayal/ütopya olan federasyon seçeneğinin de olduğu, “tüm seçeneklere açık olma” durumunu beğendiğimi söyleyemem. Benimsemem hiç mümkün değil! Bana ters gelir. Zaten yarım yüzyıldır belirsizliğin girdabında yalpalanan Kıbrıs Türkü’nü bu belirsizlikte tutma, devam ettirme anlamı taşır. Ama bir şeyden adım gibi eminim. Kıbrıs Türkü için bu adada gerekli olan şey, halkını mutlu edecek iyi bir Devlet yönetimidir. Bana göre gerisi, zaman kaybıdır.
***
Bağnaz değilim ama futbol seyretmeyi severim. Sonradan çıkan VAP (İngilizce Video assistant referee), bana göre tam değilse bile hakemin en azından bazı hatalarından geri dönülmesini sağlıyor.
Siyasette de benzer bir uygulama olamaz mı diye kafa yorduğum oluyor. Nasıl olur bilmem ama öyle bir uygulama olsa, Hasan Erçıka’nın birkaç gün önce yazdığı gibi Annan Planı sonucundan sonra görüşmelere koşulsuz başlamanın inanılmaz bir gaflet/basiretsizlik olduğu anlaşılırdı. Crant Montana’nın çöküşünden sonra ve onca söylenene karşı, benzer bir görüşme masasına geri dönmek de gaflet ve basiretsizlikten başka anlam taşımayacaktır.
Böyle bir olasılık var mı? Yok gibi! İyi ki yok, çünkü bir dönem, olası yeni devletin doğuşu ile ilgili olarak geçmişte çok konuşulan “virgin birth/bakir doğum”u etkisizleştirmek için yaratılan (tek egemenlik gibi), “olumlu belirsizlik” kavramının, “her seçeneğe açık olma durumunun Türk politikası olduğu bu dönemde, bir de “gözü kapalı” olarak eskisine benzer bir görüşme sürecine evet demek, gafın ve basiretsizliğin çok ötesinde anlam taşıyacaktır.