İsmail BOZKURT

Son birkaç yazımda vurguladığım gibi yaşadığımız “berbat” durumun, yakın tarihimizin “en berbatı” olduğunu söyleyemem ama “çok berbat” bir durumda olduğumuz da kesin! “Çok berbat” durum, yalnız siyasette değil, ekonomide de söz konusu! Kamu yönetimi zaten “berbatın berbatı!” Aşırı pahalılık artık çok şeyleri zorluyor ve bu durumu yadsımak, devekuşu örneği başını kuma sokmak gibi bir şey!

Ayrıntıya, olaylara, olgulara girecek değilim. Elbette ki demokrasi ayıbımız da var, anayasamız da paspas edildi. Türkiye ile imzalanan işbirliği protokolünün de, yaraya tuz biber ekme gibi bir etkisi oldu, gerilimi artırdı.

Ana muhalefetin “Meclis - sokak” söylemi, bana göre yadırgayıcı! Bunu söylerken “sokağın” siyasal mücadelenin bir parçası olduğunu yadsımıyorum. Benim yadırgadığım, bir siyasal yöntem olarak “sokak” değil, “sokak - Meclis” bağlantısının kurulmasıdır.

Meclis kürsüsü üzerinden sergilenen muhalefetli - iktidarlı  “erkeklik gösterisi” ise çok sırıttı. Hiç yakışmadı ve çok kötü yerlere oturdu.      

***

Dünyaya sesini pek duyuramayan bir halkız. Dünya dengeleri büyük değişimlere gebe ve bu dengeler içinde bize olan bakış açısı değişir mi bilinmez ama günümüz koşullarında var olup olmamamız dünyanın pek de umurunda değil, hatta hiç umurunda değil! Yani içine düştüğümüz çok berbat durumdan çıkmamız için Dünya’dan medet umamayız. Varlığımızı sürdürebilmemiz kendi dinamiklerimize bağlı ve Türkiye’nin yanımızda durması gerekli! 

Bu yolda en büyük gücümüzün, toplumsal belleğimizle demokratik birlikteliğimiz olduğunu düşünüyorum. Bunun da yolu da demokrasi bilinci ile ulusal/toplumsal bilinçten geçer. Bu gücü, uzlaşma kültürünün egemen olacağı çok partili yaşam, çoğulcu ve eşitlikçi demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, hak, adalet ve liyakat ilkeleri, kısaca çoğulcu demokratik toplum yapısını zedelemeden kullanmamız gerekir. Değişim (ya da reformlar) yaşama geçirilirken, ortak değerleri koruma ve ortak bellek yaratmanın, halkın huzurunu, kamunun saygınlığını ve kamu düzenini sağlamanın, devletin varlığına yönelik olası kalkışmalara göğüs gerebilmenin yolu da budur. Siyasal, mali ve ekonomik yaşayabilirliği/sürdürülebilirliği sağlayacak politikalar/değişimler, bu vurgulananlara uygun hareket edildiği takdirde, halk tarafından daha kolay benimsenir, halka mal edilebilir, kamu vicdanını rahatlatabilir. Katılımcı bir anlayışla, paydaşların azami ölçüde katılımına/katkısına fırsat vererek ve toplumsal duyarlılıkları göz önünde bulundurarak biçimlendirilecek değişimler; toplumlar tarafından daha rahat benimsenebilir.

Ne yazık ki yaşamakta olduğumuz süreç, bize öyle yapıldığını söylemiyor. Etkin, bağımsız ve egemen bir devlet anlayışına da hizmet edilmiyor. Ayrıca varlığımızı sürdürebilmemiz için kendi dinamiklerimizle birlikte yanımızda olması gereken Türkiye algısının yıpratılması için her şey yapılıyor.

Halkın güvenini ve saygınlığını yitiren bir devlet ile onun siyaset kurumu ve siyasal erki, kendi varlıklarının dayanaklarını yıpratır. Muhalefet de bundan nasibini alır. Hatta muhalefetin alternatif olma potansiyelinin erozyona uğrama olasılığı da vardır.

İnsanın aklına, Nobel ödüllü Polonyalı yazar Henryk Sienkiewicz’in, bir soru olan romanının adı geliyor: “Quo Vadis/Nereye?”

Bu gidiş, gidiş değil! Nereye gidiyoruz gerçekten?