Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza dokuzuncu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.
KULAKLITEPEDEN GORNO’ YA
Kozandan çıkıp batıya doğru ilerlerken yolun güney tarafında katalon manastırı yer alır. Yol boyunca piknik alanları ve asırlık zeytin ağaçları bulunmaktadır. Tanka giden yol kavşağından sonra arazi alçalmaya başlar, zeytin ağaçlarının yerini ise çam ağaçları alır. Ormanın içerisinden geçip tekrar doğuya yöneldiğimizde Gorno tepesinin batı tarafına ulaşırız. Daha önce söylediğimiz gibi Laptalılar bu tepeyi meteorolojik tahminler için kullanmaktadır. “Eğer Gornonun üzerinde yağmur bulutu varsa, Laptaya yağmur gelecektir” Bu söz her zaman için doğru çıkmıştır. Laptada yağmur, diğer yerlerdeki yağmura benzemez. Dağın zirvesine yağmur yağar, deniz sahilinde seller ortalığı alır götürür..Bunu bizzat yaşamış kişilerden biriyim….
Bundan 60 yıl kadar önceydi. Laptanın deniz sahilinde, manastırın olduğu bölgede, bir kış günü, babamla mergiz (nergis) , tavşan kulağı, lale gibi yabani çiçek toplamaya gitmiştik. Hava “güneşli” sayılabilecek derecede çok az bulutluydu. Çiçekleri toplamaya başladık. Ben temiz havayı içime sindire sindire, yemyeşil ovanın içinde beyaz, kırmızı, sarı, mavi çiçeklerin oluşturduğu nefis manzarayı keyifle seyretmeye çalışırken, babam tedirgin görünüyordu. Bir süre çiçek topladıktan sonra babam “artık yeter, hade dönelim” deyince, “daha sepeti doldurmadık. Bol bol da çiçek var, biraz daha toplayalım” dedim ama nafile. Babam kararlıydı Çaresiz onun peşinden gittim. Biraz ileride geniş ve derince bir dere yatağı vardı. Yaklaşık beş dakika yürüdükten sonra dereye geldik. Kenarından kıyısından dolaşıp içine indik, birkaç gün önce yağan yağmur nedeniyle dibi ıslak, hatta yer yer çamurdu. Biraz uğraştıktan sonra karşı taraftan dışarı çıkabildik. Karşı tarafa henüz ulaşmıştık ki, güneyden, dağ tarafından müthiş bir uğultu işittik. Başımızı çevirip baktığımız zaman, derenin uğuldayarak, dopdolu, ve hızlı bir şekilde gelmeye başladığını gördük. Görmemizle birlikte az önce içinde bulunduğumuz dere suyla kaplanmıştı. Az daha gecikseydik, suların içinde kaybolacaktık. Derenin bu kadar çabuk ve hızlı bir şekilde gelmesi beni hayretler içinde bırakmıştı. Henüz yağmur yağmamış, hatta tek damla yağmur düşmemişti. Bu nasıl olabilirdi ve babam bunu nasıl tahmin etmiş ve bir an önce dereyi geçip kurtulmamızı sağlamıştı? Bunu kendisine sorduğum zaman bana Gorno tepesini işaret ederek:
Laptanın yanındaki dağ çok yüksektir, zemin kayadır ve deniz çok yakındır. Yani meyil çok büyüktür. Dağın zirvesine düşen her damla, çabucak denize yönelir ve diğer damalarla birleşerek alçak yerlere henüz yağmur düşmeden, sel halinde denize ulaşır. Bu selden korunmak için Gorno tepesine bakmak lazım. Gorno tepesinde siyah yağmur bulutları varsa, yağmur geliyor demektir. Hemen tedbir almak gerekir. Bunun gibi bir olayı ben daha önce de yaşadım. O zaman buralarda beygirle dolaşıyordum. Ben farketmedim, yağmur başladı. Derenin öteki tarafına geçmeye bile vakit kalmadı. Dere bizi bastırdı. Bereket versin altımdaki beygir çok güçlü ve iyi bir yüzücüydü. Onun boynuna dolandım, yüzerek dereden çıktı . Hem kendisini hem de beni kurtardı.
Bu şekilde, üç haftadır devam eden Kulaklıtepe - Gorno arasındaki yolculuğumuzu tamamlamış olduk. Bu yolculuğu, ülkemizin en güzel güzergahlarından biri üzerinde yaptık. Herkese bu güzergah üzerinde bir yolculuk yapmalarını öneriyorum.
Gelecek hafta – Gorno – Geçitköy arasında yolculuğumuza devam edeceğiz.
KAYIP EŞYALAR
Geçen hafta, Hollanda yolculuğum sırasında kaybolan valizimi konu alan bir anı paylaşmıştım. Bu hafta, Avusturya seyahatim sırasında kaybolan eşyalarımı ve Avusturya yolculuğunu sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
SÜRPRİZLERLE DOLU BİR AVUSTURYA YOLCULUĞU
Sanayi Holdingten istifa edip kendi şirketimi kurduktan sonra bir süre torna atölyesi çalıştırdım. Sanayi Holdingte olduğu gibi bu atölyede de ülkeye çeşitli yenilikler getirmeye çalışıyordum. O tarihlerde ülkede ilk kez beton yoğurma makinası, anavador (gırgır vinç), inşaat demiri kesme ve bükme makinası ile tuğla toprağını işleyen vals denen silindirik eziciler imal etmeyi başarmıştık. Sonradan başkaları da anavador ve beton makinası yaptıysa da, bu işin öncülüğünü biz yapmıştık.
Bunları başardıktan sonra hedefimizde kaliteli yataklık bronz üretimi vardı. Döküm o zaman sadece Sanayi Holdingte yapılıyordu ama kum döküm yaptıkları için hem pahalı, hem de kapasitesi ve kalitesi düşüktü. Kaliteli dökümler yurt dışından geliyordu. Biz, santrifüj döküm sistemi kurarak ithalatın önünü kesmeye çalışıyorduk. Yaptığımız araştırmalar sonucunda, Avusturyada “Gottfried Brugger” adlı bir firmanın bu ürünleri üretebilecek ikinci el bir makinayı satmak istediğini öğrendik. Telefonda konuşup bir randevu ayarladık.
Kıbrıss Pasaportunun süresi 4-5 sene önce bitmişti. Uzun süredir Türkiyeden başka ülkeye seyahat etmemiştim. Avusturyada KKTC pasaportunun geçip geçmediğini bilmiyordum. O dönemde Türkiye vatandaşlarına şimdiki gibi sıkı vize prosedürü uygulanmıyordu. KKTC pasaportum olmasına rağmen her ihtimale karşı, bir de TC pasaportu aldım. İstanbul üzerinden Viyanaya gitim. Gitmeden önce de bazı firmalarla yazışıp iş görüşmesi için zemin hazırlamıştım. Bunlardan biri, Torna atölyeleri için kesici uçlar üreten Böhler Firmasıydı.
ÇİFTE PASAPORT KAFA KARIŞTIRDI:
Viyanada pasaport kontrolunda görevliye yanlışlıkla KKTC pasaportunu verdim. Memur pasaportu aldı, birkaç sayfa çevirip inceledi, sonra bana “Bu nedir” der gibi bakarak pasaportu gösterdi. O anda yaptığım hatayı anlamıştım. Hemen TC pasaportunu uzatıp, ötekine yapışıp aldım. Görevli memur böyle bir hareket beklemediğinden pasaportu elinden almam zor olmamıştı. Pek de aldırmadı, TC pasaportunu alıp baktı. Bu arada bir sorun olduğunu hisseden amiri de yanımıza gelmişti. “ Ne oluyor “ deyince memur iki tane pasaportum olduğunu söyledi. Amir pasaportları istedi. İkisini de alıp inceledi, sonra bana: “Neden çifte pasaport kullanıyorsun? “ diye sordu. Ben KKTC pasaportunu gösterip: “Bununla Kuzey Kıbrıs – Türkiye arasında seyahat ediyoruz. Diğerini de Türkiye dışına çıkacağımız zaman kullanıyoruz. Malum, siyasi sorun var diye cevap verdim”. Bu arada birkaç görevli daha ne olduğunu merak edip yanımıza gelmişti. 4-5 tane muhaceret polisi etrafımıza toplanmıştı. Amir durumu açıkladı: “Bunu kendi ülkeleriyle anavatanları arasında kullanıyorlar” deyip KKTC pasaportunu gösterdi ve “Bunu da Türkiye dışına çıkacaklarında kullanıyorlarmış” deyince hepsi de gülmeye başladılar. İlk defa böyle bir durumla karşılaştıkları belliydi.
Şaşırdılar mı, komik mi geldi , anlamamıştım ama sorun çıkacak gibi görünmüyordu. Amir sorguya devam etti: “Avusturyaya niçin geldin, burada ne yapacak, nerde kalacaksın?” diye sordu. Geliş sebebini, temasta oluğum firmaların gönderdiği yazıları gösterince “Tamam, geç” deyip pasaportları verdi. Teşekkür edip geçtim. Ancak terminal binasının dışına çıktıktan sonra fark ettim ki, pasaportların ikisine de işlem yapmamışlardı. Avusturyaya girdiğimi ispat etmek istesem, mümkün olmayacaktı.
NAZİ SUBAYI GİBİ
Brugger Firması, Salzburg bölgesinde Bischofshofen kasabasındaydı. Ekim ayının son haftasıydı. Viyanadan trenle Bischofshofen kasabasına gidip oradaki işleri tamamlayınca başka bir güzergah üzerinden yine trenle Böhler firmasına gidip görüşmeler yapmaya ve oradan yine trenle Viyanaya dönmeye karar vermiştim.
Kasabaya gidinceye kadar öğleni geçmişti. Trenden inip taksiyle kasabadaki otele gittim. Bischofshofen Alp dağlarının yüksek yerlerinde bir kasabaydı. Ekim ayı olmasına rağmen her taraf karla kaplıydı ama şansıma hava güneşliydi ve ceketle gezilebilirdi. O günü civarı dolaşarak geçirdim, ertesi gün sabah otelde kahvaltıyı yaptıktan sonra valizimi de alıp bir taksiyle Brugger firmasına ait fabrikaya gittim. Anlaşmamıza göre, makinayı çalıştırıp deneyecek ve döküm yapacaktık. Dökümden çıkan numuneleri de bedelini ödeyerek alıp Kıbrısa getirecektim.
Şirketin sahibi odasında beni bekliyordu. Biraz konuşarak telefon konuşmalarımızı ve yazışmalarımızı teyit ettik. Biraz sonra “Ben işçilere söyleyim de makinayı hazırlasınlar” deyip çıktı.
Şirketin sahibini, bana Kemal Sunalın Almanyada geçen bir filminde eskiden Nazi subayı olan şirket sahibi Almana benzetmiştim. 50 -55 yaşlarındaydı. Kendini büyük gören bir havadaydı. Kendi kendini, şirketini ve ürünlerini övmekten hoşlanıyordu. Misafirine ikramda bulunmayı da sevmiyordu. Fabrikada yarım gün kaldım ama bana bir kahve veya çay bile ikram etmedi.
Fabrikaya geldikten bir saat kadar sonra birlikte atölyeye girdik. Atölyedeki makinaları ve ürünleri gösterip övünmeye devam etti. Övünmekte haklıydı. Atölye muazzamdı. Tornalar tam otomatik, bilgisyar programlı NCR tezgahlardı. Parça takılıyor, kod numarası ekrandan giriliyor, makina parçayı işleyip dışarıya atıyordu. Eğer parçanın ebatları kurtarmıyorsa, en başından parçayı iade ediyordu. Yaptıkları parçaları en başta Volvo firması olmak üzere birçok firmaya gönderiyorlarmış. Bize vereceği makina elle çalışan bir makinaydı. Kendileri o makinayı 1960 larda uzun yıllar kullanmışlar, sonra daha gelişmişini yaptıklarından devre dışı bırakmışlar.
Madeni eritip çeşitli çaplarda aşağı yukarı 20 civarında ve 100 kg a yakın parça döktük. Fabrikada çalışanların yarısı Türktü. Yıllardan beri o fabrikada çalışıyorlarmış. Döküm işi bittikten sonra ofisine gidip bir satış mukavelesi hazırladık, Bu arada bana “ Sana sormadım ama herhalde otelde kahve içtin” demez mi? Çok canım sıkıldı ama hiç belli etmedim. “Kahvaltı da yaptım, kahve de içtim. Parçaları alınca otelden ayrılıp Böhlere gideceğim, onlarla da toplantım var” deyip sadece kendisiyle iş yapmaya gelmediğimi vurgulayarak fazla konuşmasına izin vermedim. Döktüğümüz malzemelerin parasını ödeyip beraberimde getirdiğim son derece sağlam bir çantaya koydum. Parçalar traşlanıp temizlendikten sonra yaklaşık 60 – 70 kg civarında kalmıştı. Valizimi de birlikte getirdiğimden fabrikadan çıkınca tren istasyonuna gidip Viyana güzergahı üzerinde , ama geliş yolundan farklı bir yolda bulunan Böhler fabrikasına doğru yola çıktım.
Tren sürekli olarak tünellerden geçiyordu. Alp dağlarının altından Kapfenberg’deki Böhler fabrikasına doğru son derece hızlı bir şekilde ilerliyorduk. Kompartımanda birkaç kişi daha vardı. Birkaç durak ilerde bazıları indi. Benimle birlikte 45-50 yaşlarında bir kadın kalmıştı. Bir süre sonra kadın Almanca “Nerelisiniz” diye sordu. Lisede Almanca bölümüne girmiş olmam işe yaramıştı. Biraz konuştuk ama yarım yamalak Almancam yetersiz kalmıştı. Kadın , benim bildiğim Almancadan daha fazla İngilizce bilse de tam olarak meramını anlatamıyordu. Yarım almanca, yarım ingilizce ile az çok anlaşabilmiştik.
Kadın hastaydı. Tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. Sanırım kanserdi. Bulaşıcı olmadığından kalabalığa karışmak, gezebildiği kadar gezip son aylarını iyi bir şekilde yaşamak için yolculuğa çıkmıştı. Viyanaya gidecek, oradan da yeni dostluklar kurmak, farklı yerler görmek üzere “başka diyarlara doğru” yolculuğa devam edecekti. Bir ara kompartımanın kapısı açıldı, içeriye gren görevli biletlerimizi kontrol edip gitti.
Yaşamdan umudunu kesmiş olmakla birlikte teslim olmayan, son günlerinde yaşamın tadını çıkarmaya ve gezmeye çalışan bir kadın ve geleceğimle ilgili yeni atılımlar yapmak için iş gezisine çıkmış olan ben, hızla giden trenin bir kompartımanda kah Almanca, kah İngilizce konuşarak yolculuğa devam ediyorduk.
(DEVAMI GELECEK HAFTAYA)