Merhaba sevgili Vatan Gazetesi okuyucuları. Bu haftaki yazımızda geçen hafta yarım bıraktığımız iki yolculuğumuza devam ederken yurt içinde yaptığımız bir yolculukta gördüklerimizi de sizlerle paylaşmaya çalışacağız. İyi bir hafta geçirmeniz dileğiyle hepinize sonsuz sevgiler, saygılar…

NİJERYA: GECE KULÜBÜNE 
KOT PANTOLONLA GİRİLMEZ

Akşamüstü  Davies yanında bir kızla geldi. Bana kızkardeşi olarak tanıttı. Ortaklığımızı kutlamak için birlikte bir yerlere gidip eğlenecektik. Arabasına binip  onbeş yirmi dakika Lagos’ta dolaştık. Gece olduğu için trafik rahatlamıştı. Bir süre sonra bir gece kulübünün yanında park etti. “Bu gece biraz renkli bir gece geçirelim, ortaklığımız renkli olsun” dedi. Kapıda iki tane izbandut gibi  zenci güvenlikçi vardı. Ne istediğmizi sordular. İçeri girip eğlenmek istediğimizi söyleyince, beni işaret ederek, kot pantolonla içeri girilemeyeceğini, içeri girebilmek için takım elbise ve kravat gerektiğini söylediler.  Böylece Davies’in projesi suya düşmüştü. Şimdi düşünüyorumda, Nijerya gibi bir ülkede  bundan 25 sene önce gece kulübüne ancak takım elbise ve kravatla  girilebilirken, bugün bizim ülkemizde gaspçılar, soyguncular ve benzeri kimseler gece kulüplerine rahatlıkla girebiliyosa, durumumuzu artık siz tahayyül edin. Otele dönüp bir saat kadar konuştuk, iki gün sonra buluşmak üzere  otelden ayrıldılar. 
Bir saat kadar sonra odamdaki telefon çaldı. Açtım. Resepsiyon görevlisi, sabahleyin yazdırdığım telefonu bağlayacağını söyleyince hatırladım. Evim numarasını vermiş, bağlamalarını itemiştim.  Hele şükür deyip telefonu açtım.
Karşıda eşim, sesi tireyerek konuşuyordu. Birkaç gün kendilerini arayamadığım için neredeyse ağlayacaktı. Durumu kendisine izah ettim. Biraz yatışr gibi oldu. Birkaç dakika konuştuktan sonra telefonu kapattım.
Ertesi gün, Abdülkerim gelince , Davies’İn bana bıraktığı dosyalarla birlikte soluğu TC büyükelçiliğinde aldım. Ticariylr  ateşeye uğrayıp durumu anlattım. Böyle yalan evrakların benim adıma ortada dolaşmasından duyduğum rahatsızlığı belirterek  ne önerdiğini sordum. Ateşe: “Bana birkaç gün izin ver, buradaki evrakları,   şirketleri ve bankaları bir araştırayım, ondan sonra ne yapacağımızı konuşuruz” dedi. Teşekkür edip ayrıldım.  Abdülkerime, ikinci müşteri adayının adresini ve telefon numarasını verdim. Bir yerde durup telefon etti, tam yerlerini ve saat kaçta müsait olduklarını öğrendi . İki saat sonra yanlarında olacağımızı söyleyip hareket ettik.  Randevuya iki saat vardı ama Abdülkerim, kalabalık trafikte işimizi şansa bırakmak istemiyordu.  Yarım saat geç gitmektense bir saat erken gitmek evladır demişti. Lagosun kalabalık trafiğnde  milim milim ilerlerken etrafı seyre dalmıştım. Sokaklar gene satıcılarla doluydu. Çocuklar şişe suyu ve bisküvi gibi şeyler satıyordu ve bu bisüvilerin çok büyük bir kısmının Türk Malı olması dikkatimi çekmişti. Çocukların kucakları, o zamanlar bizde de çok satılan ETİ CAN bisküvisiyle  doluydu. Dükkanların  çoğu çok ilkel  yapıdaydı. Bir gün önceki “Güzellik Salonu” gibi,   “galif “ yapısında restorantlar vardı.  Yol kenarındaki bir galif (çardak) in üzerinde “Taze et ve kebap” yazıyordu. Galifin direklerinden birine bir keçi bağlıydı ve boş masalar müşteri bekliyordu.
Biraz ilerledikten sonra Abdülkerim bişey söylemeden arabayı kenara çekti. Motoru söndürdü, bagajdan bir şey alıp  arabanın önüne geçti. Elindeki şey bir seccadeydi Yere koyup namazını kıldı, seccadeyi yerine koyup direksiyona geri döndü.
Bana: “Bildiğin gibi bunu günde beş defa tekrarlamamız lazım. Sen de müslümansın. Neden namaz kılmıyorsun“  diye sordu. Ben: “ Hastalar, engelli kişiler ve yolculuk  yapanlarla hakuğruna savaşmakta olanlar, ibadete katılmak zorunda değildir. Ben, memleketime döndükten sonra telafi namazı kılacağım” deyince “OK” deyip arabayı sürmeye başladı.   (DEVAMI HAFTAYA)

İSTANBULDAN  LEFKOŞAYA
Geçen haftaki yazımda İngiltereden dönüşte  gümrükte alıkonulan hesap makinasını anlatmıştım. O sene Kıbrısa gitme niyetim olmadığı halde makinayı almak için Kıbrısa gitme zorunluğu ortaya çıkmıştı. Üniversitede  aynı sınıfta okuduğumuz Hasan Keçeci ile anlaştık. Şubat tatilinde Kıbrısa gitmeyi kararlaştırdık.  3 ay çabucak geçti.  Dönem sonu sınavları bitmeden onbeş gün  önceden Yeşilköy gümrüğüne dilekçe vererek otobüsle  yola çıktık. Otobüs Düzce’de Hamit Kaplan (Olimpiyat ve Dünya şampiyonu güreşçi) lokantasında  mola verdi. KIş soğuğunda birer çorba içmek üzere otobüsten indik.  
Lokantanın içi sıcaktı. Ceketlerimiz çıkarıp sandalyelerin üzerine astık. Pasaportlarımız Hasanın cebindeydi. Cebinden çıkarıp  masanın üzerine koydu. Bana “Ceketler gider, pasaportlar kalır” dedi. Bize hissetirmeden birilerinin ceketlerimizi yürütmesi halinde, pasaportların emniyette olacaklarını anlatmak istemişti. Yemekleri yeyip ceketlerimizi giydik, otobüse bindik,  az sonra otobüs hareket etti.  Yola ilk akşam yola çıkmıştık. 14 saat sonra Adanaya varacağımızda sabah olacak ve  öğle saatlerindeki  uçağa sorun yaşamadan yetişecektik. Biraz sonra  gözlerimiz kapanmıştı. Birkaç saat sonra gözlerimizi açtığımızda  Ankarayı  geçmiştik. Kıbrısta  ne yapacağımızı, neler alacağımızı konuşmaya başladık.  Konuşmalar bu minval üzerine sürerken, Hasan aniden oturduğu yerden havaya öyle bir zıpladı ki, kafası neredeyse otobüsün tavanına çarpacaktı. Şaşırmıştım. Ne oldu demeye hazırlanırken Hasan:
“Pasaportlar..… Lokantada kaldı” demesin mi?
“Ceketler gider, bunlar kalır”  diyerek cebinden çıkarıp masaya koyduğu paraportları lokantada unutmuştuk. Yapacak bişey yoktu. Geri dönüp pasaportları almak gerekirdi. Bir taraftan da Adanaya vakitli gidip yerlerimizi garantiye almak gerekiyordu.  Beş –on dakika aramızda konuştuktan sonra birimizin geri dönüp pasaportları aramasına, diğerinin de Adanaya gidip uçak işini halletmesine karar verdik. Kimin geri döneceğini de kura ile kararlaştırdık.  Bana dönüş yolu görünmüştü. Otobüs biraz sonra mola verdi.  Moladan sonra Hasan Adanaya doğru  yolculuğa devam ederken, ben başka bir otobüse binerek ters yöne, Düzceye doğru yola çıktım. Bu yolculuğun,  hayatımın en korkunç yolculuklarından biri olacağını tabii ki bilemiyordum. (DEVAMI HAFTAYA)

BİR KÜLTÜR HAZİNESİ:
KULAKLI TEPEYE YOLCULUK

Kulaklı  Tepe, Göçeri ( Bilelle) ile Akçiçek (Siskilip) köyleri arasında yer alan bir tepedir.  Kulaklı tepe denmesinin sebebi, zirvenin iki tarafında  yer alan iki kayanın, yüzümüzün iki yanında yer alan kulaklar   gibi görünmesidir. Bu tepe  1963- 1974 yılları arasında Rum ve Türk kantonlarının  sınır noktasıydı. Türkler de, Rumlar da, bu tepeden daha ileriye gidemezdi.  Rumlar dağı Türklerin elinden alınca, Türkler de atak davranmış ve tepeyi  ele geçirip üzerine mevzi yaparak buraya yerleşmişti. Bu tepe, çıkmaz sokağın ucundaki bir duvar gibi Türk ve Rum bölgelerini birbirinden ayırıyordu. Bu nedenle 1974 harekatında buralarda  çok çetin savaşlar olmuştu. 
Tabii kültür hazinesi dememizin sebebi bu savaşlar değildir. Tepenin doğusunda çok eski bir krallığa ait olduğu rivayet edilen bir mağara ve havuz bulunmaktadır.  Havuzun  güneyinde eskiden bir Rum köyü olan ve 1950 lerde terk edilen Bileşe köyü bulunmaktadır. Havuzun eskiden dağlardan akan pınarların taşıdığı suyla dolduğu ve burada suyla çalışan iki tane  değirmen bulunduğu söylenmektedir.  Adaya 1878 yılında gelen İngilizlerin Kıbrısın su sorununa çare bulmak amacıyla Beşparmak dağlarına tünel açtıkları ilk yer burası olup bu tünelden akan suların uzun seneler bu değirmenleri çalıştırdıkları da bizden önceki kuşaklar tarafından anlatılmıştır.   Daha sonra bu tünel de kurumuş, 1963 – 1974 yılları arasında  bu tünel hapishane ( cezalı mücahitlerin kapatıldığı bir lokap) olarak kullanılmıştı. 1980 lerde  ise  Dağyolu barajının  inşa edildiği dönemde, buradan taş sökülüp baraja taşınırken,  tünelin beton duvarları da sökülmüş ve barajın gövdesine  dökülmüştür.  Antik mağaranın kuzey tarafında ise Pınarbaşı köyüne kadar  olan arazide uzun yıllar antikacılar ve  arkeolohlar tarafından eski eserler aranmıştır. Dönemin valisinin antika aramak için izin verirken, sadece kendi kendine izin belgesi verdiği ve yaz aylarında gelip bu kazıları bizzat yönetmek için  bölgede konakladığı konusunda bilgilere ulaşılmıştır.  
Bölgenin güneydoğu tarafında, Bilelle köyüne ait eski Türk mezarlığında , çok tanınmış bir kişinin kabri bulunmaktadır. Diğer mezarlar neredeyse kaybolmak üzere olduğu halde bu mezar son 40 yılda betonarme yapılarak koruma altına alınmıştır. Mezar, Barış Manço’nun meşhur şarksında sözü edilen “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”  isimli şahsa ait olup mezarın  Barış Mançonun finansal desteğiyle yapıldığı söylenmektedir.
Daha birçok nedenle burası için  “bir kültür hazinesi” başlığını kullandık. Göçeri, annemin köyü olduğu için  zaman zaman orada yaşadık, bunun dışında sık sık oraya yolum düşmektedir. Ama bu kez, sırf okurlara bilgi aktarabilmek için Kulaklı Tepeye bir yolculuk yapmak istedim. Ancak her seferkinden farklı olarak Girne yolundan değil de, Yılmazköy- Akçiçek üzerinden gidip yolda gördüklerimi de buraya yazmak istedim.
Gönyeli ışıklarını geçip Güzelyurt yolunu aldığımda, ülkemizde ne kadar garip olayların yaşandığı gerçeği yüzüme bir kez daha çarptı.  Projesi hazırlanırken bir gariplik oldupu belliydi. Belediye, ulaşımı rahatlatmak için, Karayolları Dairesinin yapması gereken bir işi üzerine almış, bölgeye bir alt – üst geçit yapmaya hazırlanıyordu. Sonra  idari formaliteler halledildi, belediye geçidi yaptı, tam sonuna geliyordu ki, bazı vatandaşlar olumsuz etkilendikleri gerekçesiyle olayı mahkemeye taşıdılar, bir yıldan fazladır davanın görüşülmesine daha başlanmadı. Galiba brkaç haftaya kadar başlanacakmış. Haydi hayırlısı.
Güzelyurt yolu artık Gönyelinin bir parçası oldu . Yeni açılan Metehan yoluna giden çembere  kadar Güzelyurt  Anayolunun iki tarafı  konutlarla dolarken  çenberden sonrası  sanayi bölgesi olarak neredeyse tamamen dolmuş durumdadır. Daha ilerisi ise, Alayköy-Türkeli kavşağına kadar olan kısım, gece kulüpleri bölgesidir. Bir arkadaşımın söylediğine göre, 30 civarındaki gece kulübünün devlete ödediği vergi, buradaki 100 den fazla sanayicinin ödediği vergiden fazlaymış. 
Türkeli kavşağından ileriye gidilince kuzey  taraf askeri bölgedir.  Güney tarafta ise yapılaşma başlamıştır. Birkaç seneye kadar burası da binalarla dolarsa hiç şaşmayın. Orada büyük bir bina neredeyse tamamlanmış durumda ama ne kuzeyden, ne güneyden, ne doğudan ne de batıdan binaya giden yol yok. Binada kalacak olanlar, herhalde helikopterle gidip gelecekler.
 Acayipliklerle dolu ülkemizde, kültür hazinesi dediğimiz bu bölgeye olan yolculuğumuzu gelecek hafta anlatmaya devam edeceğiz. Hepinize iyi bir hafta dilerim.