Şu politika nasıl birşeymiş... İnsan düşününce hem gülüyor, hem de üzülüyor. Nedeni malum. Bence bütün partiler rant peşinde. O nedenle herkes kendine göre bir hükümet kurmayı hedefliyor.
“Şayet ben hükümete girersem, mutlaka birşeyler koparmalıyım. Alacağım bakanlıklar, gerek partim, gerekse halkım için çok önemlidir. O nedenle ince eleyip sık dokumalıyım” anlayışı maalesef hakimdir.
Bunlara ilaveten bireysel politika üretenler de açık açık resmen söylüyorlar.
“Yeni kabinede mutlaka bakan olmalıyım.”
İnsanın, “Yahu şu hükümeti kuracaksanız kurunuz, kiminle nasıl kurarsanız yine kurunuz” diyesi geliyor.
Şu anda gelinen nokta, bu tıkanıklığın giderilme noktasıdır. O tıkanıklık da partilerin kendi egolarını bir tarafa bırakıp bir an önce elini taşın altına sokmalıdır.
Galiba geçirdiğimiz süreçte Halkın Partisi daha bir baskın politika izliyor. Hem naza çekiyor, hem de hükümete girmek için taktiksel ifadelelr kullanıyor.
Konuyu bireysel bazda değerlendirmek istemem. Bu mesele büyük ve daha küçük partilerin işi olmalıdır. Mesela UBP-CTP hükümeti bugüne kadar hiç kurulmadı. Bu yöntem denenir mi, bilemem.
Meclisteki matematik, bunun dışında hükümet kurmayı öngörmüyor, şayet HP’yi dışarıda tutarsak.
Hala daha anlamış değildir halk. Halkın Partisi neden bu kadar olumsuz bir tavır sergiliyor, çok tuhaf.
Kudret Özersay’ın tavrı, zamanın Başbakanı Ersin Tatar’ın Maraş’ın açılmasına ilişkin kendisine haber vermemesine dayanıyor. Bunu bir prestij meslesi yapan Kudret Özersay “Ben hükümetten çekildim” diyor da hala dışişleri bakanlığını elinde tutuyor.
Bana göre Halkın Partisi’nin tam manası ile hükümet etmeyi yeniden tesis etmeli ve hükümet, kaldığı yerden devam etmelidir. Bunlara ne gerek var Allah aşkına. Sanırım halk günü geldiğinde konuşacak ve bütün bunları iyice değerlendirecektir.
Bakınız bütçe, kuzu gibi meclisin masasında görüşülmeyi bekliyor. Bir an evvel hükümet çarkının ekonomik yönü ile, sosyal ve kültürel yönü ile dönmelidir. Erken seçim arayışları da bir neden olabilir. Ama ne kadar erkene alırsak alalım erken seçimi, yine de bir hükümete ciddi şekilde ihtiyaç vardır. Bunu sağlayamazsak, mutlaka bizleri daha büyük kaoslar ve açmazlar gelip bizi bulacaktır.
Bazen insanın kafası kızınca şunları geçiriyor kafasından.
“Oldu olacak Türkiye Kıbrıs’a bir vali tayin etsin de şu olumsuzluklar da sona ersin” diyesi gelir.
Zaten gidişat ona doğru gidiyor... Bir gün Rumlar uzlaşmazlıklarının bedelini daha da ağır ödeyeceklerdir. Rumlar bilmelidirler ki, biz kaybederken onlar da kaybediyor. Hem de her alanda kaybediyor.
Ersin Tatar’ın dediği gibi iki devlet esasına dayalı bir çözümde hemfikir olsalar, bütün dünya da, ada halkı da huzur bulacaktır. Fakat mesele, Türkleri kendilerine bir yama yapmaktır. “Biz direnelim, Türkler de erime noktasına gelsin” anlayışı, hala daha Rum siyasetinde hakimdir.
Zaman zaman iş’arda bulunurum yazılarımda.
“Bu söyleyeceklerimi bir yere not ediniz. Ölürüm, kalırım bunlar gerçekleşecektir. Yarın KKTC tanındığı zaman da, Rumlar hop kalkıp hop oturacaklar. Alsınlar başlarını yarım Kıbrıs’ı başlarına çalsınlar da, en büyük benim dememeyi öğrensinler.”
Olacak olan budur. Öldüğüm zaman bu satırları bir kez daha yayınlayın ve “filan yazarın söyledikleri çıktı” deyiniz.
Gerek Kıbrıs Türklerinin, gerekse Kıbrıs Rumlarının yaşadıkları ve çektikleri acılar çok büyüktür. Lakin Kıbrıs’ın bu noktaya gelmesinin en büyük mimarı da yine Rumlardır.
Şimdi illede tutturdular “Federasyonu görüşelim” diye. Hani derler ya...
“Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” diye...
Yıllarca merhum Denktaş federasyonu savundu ve bütün Türk medayasını da bu yönde çalıştırdı. O medyanın içinde ben de vardım o zaman da. Ondan sonraki süreçte de federasyon masaya geldi ama yine oyun bozan Rumlar oldu.
Crants Montana’daki Beşli Konferans çözüm için son fırsattı. Bir kere daha o fırsat geçmez ele. Rumlar o oyun bozucukları ile treni kaçırdıklarının da farkında değiller.
Geçen gün KKTC beşinci Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs temsicisi bayana söylediği söze bayıldım.
“Şayet yine federasyonu görüşeceksek, ben o beşli konferansa katılmayacağım” dedi. Dolayısı ile Tatar’ın bu konferansa katılmaması demek, garantör ülke olarak Türkiye’nin de katılmaması demektir.
Şimdi BM Genel Sekreteri de düşünsün. Hatta BM Güvenlik Konseyi de düşünsün 4 Mart 1964 kararlarını.
Kardeşim bu adanın iki gerçek sahibi vardır. Birisi Türkler, diğeri de Rumlar. Kıbrıs Anayasasının öngördüğü hakların yenmesi ve Rumların uzlaşmazlıkları işte o 4 Mart 1964 BM Güvenlik Konseyi kararına dayanıyor. O karardan güç alıyorlar.
1964 BM Güvenlik Konseyi kararının üzerinden tam 56 yıl geçti. Rumlar bizleri on bir yıl gettolara kapattı, maaşlarımızı vermedi, evlerimizi yaktılar, bağlarımızı bahçelerimizi harap ettiler, ürünlerimizi yağmaladılar, seyrüsefer özgürlüğümüze ambargo koydular. Dahası insan haklarımızı elimizden aldılar.
Ve hala Kıbrıs sorunu çözümlenemedi. Anavatan Türkiye olmasaydı, bize para, ekmek ve su vermeseydi ne olacaktı bizim halimiz? Batı Trakya Türklerinden farkımız olmayacaktı.
Şu anda önümüzde iki yol vardır. Birisi hemen bir hükümetin kurulması, ikincisi de görüşmelerin iki devlet esaslarına dayandırılarak başlatılması. Bunun başka yolu ve alternatifi yoktur.