Günlük yazılarımı yayınlamadığım 24 Kasım 2018’de Öğretmenler Günü’ydü. O nedenle bir vefa borcu olarak öğretmenler ve öğretmenlerim için birkaç satır karalama ihtiyacı duydum bugünkü köşemde
Gerçekten öğretmenlere verilen değer bağlamında onlara atfedilen bu önemli gün, yetiştirdikleri nesillerin arkalarında bıraktıkları erdemli insanların günüydü. Hangi çocuk öğretmenin etkilenmez veya hangi öğretmenini unutur?
İlk kez defter ve kalemle karşılaştıığm gün, beş yaşında gittiğim Emine Teyze’nin anaokuluydu. Yenicami’nin daracık sokaklarına sıkışmış köhne bir evin sıcacık sevgi dolu havası ve görüntüsü hala yüreğimde bir çiçek gibi duruyor.
Kalemi ilk kez tutmak, ilk alfabenin sayfalarını karıştırmak, ilk Atatürk resmini görmek, ilk bayrak resmini çizmek ve ilk şarkıları söylemek...
Ne kadar güzel günlerdi onlar...
Emine Teyze dediğim “Küçük Çocuk Anaokulu”nun sahibi ve şair-yazar, çok takdir ettiğim Sevilay Sadıkoğlu’nu annesiydi. Benim okula gittiğim günlerde henüz annesinin kucağında küçücük bir çocuktu Sevilay. Emine Teyze’nin bizden büyük “abla” dediğimiz iki de büyükçe kızları vardı. Tabii ki biz ilkokula başladıktan sonra bir de oğulları olmuş, ileride ünlü bir doktor olacak olan.
Emine Teyze’yi ikinci bir anne gibi görmüştüm. Daha sonra büyük oğlum Mustafa da bu okula gitmiş, bu okulun havasını koklamıştı. Emine Teyze rahmetlenmeden göz doktoru olan oğlum Mustafa’ya büyük bir gururla gider ve muayene olurdu.
“Ben öğrencilerimle iftihar ederim” derdi rahmetlik.
Bir gün bizim dönemden bir arkadaşım bana bir resim getirmişti. Her yıl ananevi hale gelen talebeleriyle toplu resim çektirip, onlara hediye eden Emine Teyze’nin bu anlamlı hatıra resmi, pek çok insanın albümünde yer almaktadır. İşte bana getirilen resim, o anılar kervanının halkalarından biriydi.
Kimler kimler geçmiş o sıralardan...
Sonra ilkokul sıralarımız başlamıştı. Yenicami İlkokulu’nun o gotik kemerli binasının sıra sıra odalarında okurken, bambaşka duygular içinde olurduk. Okulun tam karşısındaki eski mezarlığın kenarında bir Osmanlı şadırvanı çeşme vardı.
Sonrası Haydarpaşa İlkokulu, sonra Türk Lisesi ve daha sonra da yine aynı binada Haydarpaşa Ticaret Lisesi’nden mezun olmuştuk.
Haydarpaşa İlkokulu’nun müdürü esmer Necdet Hocaydı. Şöyle kısa boylu, yüzü hiç gülmeyen ama katı bir hocaydı rahmetlik. Bir öğrenci suç işledi mi, “Büz bakalım parmaklarını” der ve cetveli o parmak uçlarına indirirdi.
O günlerde gönderde hep İngiliz bayrağını görür, İngiliz Kraliyet Marşı’nı okurduk.
Sınıf hocalarımız mı?
Birinci sınıf hocamız rahmetlik Vehbi Zeki’nin babası merhum Zeki hocaydı. Çok muhterem ve çok da sevecen bir insandı. Sonra Lisani hoca gelmişti bize. İşte o günlerde resim tutkum beni ön plana çıkarmıştı. Rahmetlik Fikri Direkoğlu resim hocamızdı. Her derste bana, “Sen bir gün kendini kanıtlayıp bu toplumun ressamlar kervanına katılacaksın” derdi, naçizane bir ifade ile. Resim tutkumun gelişmesi beni yıllar içinde tuvaller ve boyalarımla buluşturmuştu. İşte Fikri Hocanın bana aşıladığı o resim sevgisi beni ta buralara kadar sürükledi. Müzik hocamız da ünlü müzisyen Fikret Özgün’dü.
Hakkını yememek lazım... Ülkemizin yetiştirdiği ünlü ressamlardan İsmet Vehit Güney hocam da bizim ortaokul döneminde resim hocamızdı. Resimleri adeta beni çarpardı diyebilirim. Hatta onun etkisinde kaldım diyebilirim. Bizim sınıftan benimle Ergün Abdurrahman resimde temayüz etmiştik. O mücadele yıllarımızda, meydanlarda “Ya Taksim, Yal Ölüm” naraları attığımız günlerde edebiyat hocamız Mehmet Irmak bir tiyatro eseri yazmış ve lise öğrencilerine oynatmıştı. O oyunun dekoru için benimle Ergün’ü çağırmıştı rahmetli İsmet Vehit Güney.
O günlerde bende oluşan oyun yazma tutkusu da o dönemde gelişmişti. Orta üçte iken Mehmet Irmak hocama bir oyun vermiştim incelemesi ve bana yol göstermesi için. Şimdi bir dramaturg gözüyle o günlerde yazdığım tiyatro eserimi şöyle kafamdan geçirdiğimde, hafifçe gülümsüyorum. O tutku mu ne... Altmış dört yaşında üniversiteye gidip dramaturg olarak mezun oluşum da bir öğretmen sevgisi ve öğretmen teşvikinden kaynaklanıyor.
Halen hayatta olan İngilizce hocamız Niyazi Alioğlu’nun güvendiği öğrencileri TMT’ye kaydetmesi, Ahmet Evrensel’in ağırbaşlılığı hala anılarımdadır.
Şöyle teker teker gözlerimin önünden geçirdiğim hocalarımın isimleri ve onlara taktığımız isimler, hayli ilginç ve enteresandı.
Ortaokul ve Ticaret Lisesi’nden Rumca öğretmenimiz olan rahmetlik Seyfullah Köprülü’ye “Difdongo” ismini takmıştık. İlk okulda bir matematik hocamız vardı. Şöyle ufak tefek, boncuk gibi mavi gözlü ama sevgi dolu bir hocamız vardı. Adı Hasan Faiz’di. Onun o ufaklığından olsa gerek, ona “Small teacher” adını takmıştık. Baha Hami, Ahmet Tansel (Namı diğer Gago), ortaokul ve lise yıllarımızın müzik hocası rahmetlik Kemal Gündüz (Namı diğer Katil), TMT’nin ilk Serdarı spor hocamız Kara Yusuf bize yürüyüş yaptırırken (namı diğer sol pezevenkler, sol) deyişi, yine lise dönemlerimizin spor hocası Kubilay Beliğ Rauf (namı diğer Gob) ve daha nice hocalarımız anılarımızda ve geçmişimizde yaşadı ve kaldı. Bu saydıklarımdan galiba sadece hayatta kalan Kubilay Beliğ’le Niyazi Alioğlu ve Ahmet Evrensel’dir Allah ömür versin.
Sevgili hocalarım için söyleyecek ve yazacak o kadar çok anılarım vardır ki, zaman zaman onları öykü ve romanlarıma sıkıştırıyorum, anılarda yaşamaları ve isimlerinin belgelenmesi için.
Sevgili öğretmenlerim... Sizi hala bütün tezeliği ile çok seviyorum...
Sizi asla ve asla unutmadım, unutamam...