“Bir kavram, içeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sandığında tehlikeli hale gelir.” İkibinlerin başında, bir dönem öğrencisi olduğum için hem çok şanslı hissettiğim hem de gurur duyduğum Ioanna Kuçuradi, “insan hakları” kavramının anlam ve içeriğinin yıllar içindeki değişimini anlatırken yapmıştı bu saptamayı.
13. yüzyılda Magna Carta ile doğsa da, ancak 500 yıl sonra, önce “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” ile ardından da Fransız Devrimi ile ete kemiğe bürünen “insan hakları” kavramı 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilerek üye ülkeleri bağlayıcı bir meşruiyet kazanabilmişti.
600 yıl süren egemene, hükümdara, devlete karşı bireyin hak ve özgürlüklerini koruma mücadelesinin ürünü olan bu kavram, BM’de kabul edilmesinin üzerinden 50 yıl bile geçmeden, içeriği değişerek, “egemenlerin” ülkelerin istikrarını bozma, hükümetlerini devirme ya da diktatörlere göz yumma aracına dönmüştü.
Bugün, Elon Musk Venezuela’daki Maduro hükümetini insan hakları kavramı üzerinden eleştiriyor, Maduro hükümet ise Musk ve benzerlerinin insan hakları kavramını hiçe sayarak, Venezuela’nın meşru hükümetini devirmeye çalıştığını haykırıyor. İşin daha da ilginci, hem Musk ve hem de Maduro RTE hayranı!
Aynı anda İsrail ve Hamas birbirlerini insan haklarını ihlal etmekle suçluyorlar. Çok sayıda devlet ve milyonlarca insanın gözünde soykırımcı olarak görülen Netanyahu, Amerikan Kongresi’nde alkışlanabiliyor. Dünyanın her yerinde düşmanlar, kendilerini insan hakları savunucusu, karşıtları insan hakları ihlalcisi ilan ediyorlar. İnsan Hakları Bildirgesi’nin güvencesi olması gereken BM ise hiçbir yaptırım gücü olmayan bir tür TBMM işlevi görüyor.
Böylece insan hakları kavramı bir “boş gösteren” olmaktan öte, insan kıyımının gerekçesine dönüşmüş durumda.
İnsan Hakları kavramının uğradığı içerik ve anlam “çürümesi”nin bir benzeri “faşizm” kavramı için de geçerli. Yeni, eski, süreç halinde, islamcı, ulusalcı vb. ön eklerle neredeyse herkesin faşizmden anladığı farklılaşıyor dahası kimin faşist olduğu da belirsizleşiyor. “-Faşistsin”, “-hayır asıl sen faşistsin” gibi tartışmalar olabiliyor. Bu tartışmalardan çıkan tek sonuç, faşist olmanın kötü bir şey olduğundan öte değil. Herkes faşist olmanın kötü olduğunda hemfikir ama kimin faşist olduğu şüpheli!
Ezilenlerin egemenlere karşı isyanlarını somutlaştıran kavramların egemenlerce ele geçirilip isyanı bastırmak için kullanılan araçlara dönüştürülmesi yeni bir durum değil. Kapitalizmin kendisine karşıt olanı kar getiren bir “meta” olarak üretim-tüketim sistemi içine almasından pek farklı da değil.
Özcesi, adına kapitalizm deyin, sağ deyin, egemenler deyin, adı ne olursa olsun ezenlerin kavramların içini bulanıklaştırmasının anlaşılır bir yanı var. Dil mücadelesi bir bilinç mücadelesidir. Çünkü dile egemen olan dünyaya egemen olur. Sağ, tam da bu yüzden solun ürettiği dili ele geçirmeye, içeriğini bozmaya ve bu yolla da o dilin ezilenlerin bilincine ulaşmasına hep engel olmaya çalışır. Solun, ezilenlerin bilincine ulaşacak dili oluşturacak kavramları “her bir tarihsel zamanda, o zamanın verili koşulları altında” yeniden yeniden üretmesi ve pratikle nesnelleştirmesi gerekir. Kendisinden çalınan kavramların içinde bocalamak yerine kendi yeni dilini inşa etmelidir.
Artık, “hareket”, “cephe”, “platform”, “parti”, “dayanışma”, direniş”, “komite” vb. kavramlar ezilenlerin bilincine ulaşmıyor. O zaman sol bu dili geride bırakarak, ama terk ederek değil, “kapsayıp aşarak” yeni bir kavram/lar dizgesi üretmeli. Üretim de ancak pratikle olabilir.
Ölüm koşullarında hayata kalmaya çalışan milyonların biriken ama dilini bulamayan isyanını dillendirecek bir pratik…