Tarih 29 Ekim 1948’i gösterdiğinde bizler ailece Küçükkaymaklı’daki mezarlığın yolunu tutmuştuk. O gün Cumhuriyet Bayramı idi. Telefon Dairesi memuru 43 yaşındaki babam Ziya Osman’ın kalbi, kahvehanede dama oynarken pat diye durmuş ve hayata veda etmişti. Hatırlıyorum... O zamanlar cenazeler atlı bir araba ile taşınırdı. Mezarcı uzun boylu, Arap bozuntusu, dik saçlı bir adamdı. Bir de halkın “Ölüyucu Kör Arif” dediği mezar kazıcısı vardı.
Eskiden cenazeler ölü evinde yıkanırdı. Yani ölünün yaşadığı evde. Oturduğumuz evin kocaman bir bahçesi, kırmızı balıklı havuzu, bahçeye bakan kocaman bir sündürmesi ve o sündürmede akşam yemeklerimizi yediğimiz sıra divan ve kanepeleri vardı.
Öyle ani ölümlerin akibetini öğrenmek için ölülere hastanede otopsi yaparlardı. Hatırlıyorum babama yapmış oldukları otopsi sonrasında, göğüs kafesinden sızan kırmızı kan, o sündürmeye konan tabut içindeki yakışıklı cesedin kefeni kırmızıya boyanmıştı. Rahmetli amcamın karısı rahmetli Fatma yengem şöyle demişti:
“Açın Ziya’nın yüzünü, son kez evlatları yüzünü görsünler, onu öyle gömünüz.”
Onu son görüşüm öyle olmuştu. Halbuki o kadar küçük bir çocuğa kanlı kefen içinde yatan bir babanın yüzünü göstermenin ne büyük bir hata olduğunu ve o çocuğun ne büyük bir psikolojik travma yaşayacağını bilemezdi amcamın karısı.
Her ne ise...Allahın takdiri oymuş. Öyle yaşamaya alışacaktık.
1948’lerin en revaçta olan aracı da hiç şüphe yok ki paytonlardı. Paytonlar sıra sıra dizilmişlerdi Girne Kapısı Meydanı’na. Diğer ismi ile İnönü Meydanı’na. Bütün aile bir payton katarı ile gitmiştik mezarlığa. Hisar altındaki Hayvan Pazarı yine her zamanki gibi kalabalıktı.
Şu anda elçilik, AKM ve okulların yapıldığı mekan eski mezarlıktı. Bakışlarımı o mezarlığa çevirdiğimde, “İşte bizim yeni hayatımız böyle başlayacak” düşüncesini geçirmiştim o küçücük kafamdan. Hayatımın ilk çukuru, ilk cenaze töreni, yüreğimin ilk acıları ve ilk özlemleri...
İşte 29 Ekim 1948 tarihi, bizim ailece vereceğimiz hayat kavgasının önemli ve unutulmaz bir tarihiydi.
Ne tuhaf değil mi? Tam 43 yaşında iken ölen babamı bu şekilde anmak ve ona bir mektup yazmak geçti içimden, ne yalan söyleyim. Hem de yıllar sonra. Babamı toprağa verişimin üzerinden tamı tamına 72 koca yıl geçti. Çocukluk yıllarım, gençlik yıllarım, olgunluk ve sonbahar yıllarım...
Evlatlarıma bakarken, onlara verdiğim baba sevgisi, onların büyük başarılara imza atışları, benim acılarımın ve çektiğim büyük ızdırapların en büyük ödülü oldu. Herşey rağmen kendime şu sözü vermiştim o zor yıllarımda:
“Ne kadar acılarım ve zor zamanlarım olursa olsun, mutlaka, ama mutlaka dimdik ayakta duracak ve geleceğe yelken açacağım. Büyük başarılara imza atacağım.”
Başarılı olup olmadığımı veya büyük başarılara imza atıp atmadığımı ben değil, okurlarım ve insanlar takdir edecek.
Herhalde baba yokluğunda geldiğim o uzun yol, beni bir granit taşı gibi yapmış olacak ki, şu anda hayat verdiğim kitaplarım ve bütün dramatik yaşantımın kırpıntıları bana büyük bir maya oldu.
Nedense böyle “Babalar Günü”nde bir keder çöker içime. Ben ve benim gibi milyonlarca babasız insanın içinde bir çığlık gibi yankılanır şu “Babalar Günü” çağrışımı. Hayatın normal akışı içinde aile bütünlüğüyle büyüyen çocuğun babasına saygı göstermesi kadar güzel ve doğal birşey olabilir mi? Ya babasız büyüyen kimsesiz, çocuklar yuvalarında yetişen o zavallı çocukların annesizliği ve babasızlığı ne acıdır bilir misiniz?
Doğrusu babama bir mektup yazacak olsam, ona insanların ego ve acımasızlıklarını, siyaset tellallıklarının vurgunlarını ve üç kağıtlarını, insanlara kazık atışlarını, kağıttan yapılan umut binaları altında en ufak depremde taşlar altında kalan zavallı insanların yaşadıklarını, büyük güçlerin masum insanlar üzerine attıkları ölüm bombalarını, artık gençlerin paytonlarda değil, lüks arabalarda yarıştıklarını ve ölümle dans ettiklerini yazmak isterdim.
Tabii ki bir de şu koronavirüs belasında yaşananları... Ve aklımdan geçirdiğim insan egoları ile Allah’ın verdiği cezayı...
Dünya kuruldu kurulalı insanlar birbirlerini yemiş ve yemeye devam ediyor. Bu da yine egolara ve birinin öteki üzerinde egemen olmaya dayanan bir gerçektir. Belki de diyorum bizi yaratan o büyük manevi güç için.
Allah insanları gördü ve görüyor. Birbirlerine ne kadar zarar verdiklerini ve acımasız olduklarını. Ve şöyle düşünmüştür Allah herhalde,
“Alın size bir virüs vereyim hayatınıza ve birbirinizi öldürmekten vazgeçin” demiştir.
Ölümle yaşam arasında bir iletişim olsa, belki de ironik bir tablo çıkar ortaya ve dünyanın dengesi değişir. Lakin yine de babama bir mektup yazmak isterdim, dünyada neler olup bittiğini anlatma açısından.
Öyle olmadı mı? Şu mendebur virüs yüzünden binlerce insan ölmedi mi? İnsanların doğal özgürlükleri kısıtlanmadı mı?
Başka neyi yazmak isterdim? Artık dünyada erden diye birşeyin kalmadığını, bekaretin tarihe karıştığını, nikahın bile bir anlamı kalmadığını, uyuşturucu denen illet ve kanserojen maddeler yüzünden insanların her gün öldüğünü yazardım. Yani babama onun bıraktığı bütün doğallıkların kaybolduğunu yazardım. Evlerde telefon dahi olmadığı dönemler ötesinde internet ağı ile bütün dünyanın ne kadar küçüldüğünü, ama küçülürken de pek çok değerin kaybolduğunu yazmak isterdim.
O gençlik yıllarımda Pampakyan’ın gazoz kasalarını taşırken, inşaatlarda harç yoğururken, zenginlerin bahçelerine çapa vururken nasırlaşan, zaman zaman patlayan avuçlarımla yeni bir dünya yarattığımı yazmak isterdim rahmetlik babama.
Bir zamanlar bir romana başlamıştım... Adını da “Babama Mektuplar” koymuştum. O romanı de bir gün bitirip bütün insanların önüne koyacağım inşallah. Kim bilir daha ne kitaplar yazıp babamın hatırasına hitap edeceğim...
Böylesine bir “Babalar Günü”nde kelimelerle anlatmaya çalıştığım duygu, düşünce ve yaşanmışlıklarımı siz okurlarımla paylaşmak istedim nedense. Belki siz okurlarmı üzdüm bu anlamlı günde. Lakin bütün bunlar hayatın gerçekleridir. Yaşamak için mücadele vererek var olmalıyız, bunu unutmayın!
Babanın olmadığı bir dünyanın bile, acı da olsa güzelliklerinin ve hayatın anlamının ne kadar derin olduğunu ifade etmem lazım.
Bütün babaların “Babalar Günü” kutlu olsun!...