Birkaç gün sonra çocukluk ve ilk gençlik yıllarımıdan beri özlem duyduğumuz Türkiye ve Mehmetçik‘le kucaklaşacağımızdan habersiz o günlerin mütevazi olanakları içinde düğün yapıyorduk!...
Düğün arabamızın önünde Türk bayrağı, Kırnı Köyü’nden gelini alıp Lefkoşa’ya doğru yol alırken, solumuzda Dikmen, sağ tarafımızda bomboş kıraç Gönyeli ovalarına beş gün batımının ardından Kıbrıs Türkü’nün özgürlük ve bağımsızlığa kavuşmasının müjdesini veren paraşüt birliklerinin birer ak güvercin gibi süzülerek bu ovalara ineceğini hangimiz aklımızın ucundan geçirebilirdi ki!..
Bizim kuşak, “yarın ne olacak” endişesi içinde doğup büyüdüğümüz topraklardan yaban ellere iş ve aş için göç etmenin yollarını arıyor, yada biraz daha sabredip kendi toplumsal sosyo-ekonomik koşullarımızın iyiye gitmesi için çaba harcıyorduk...
Bu toprakları terk etmeyi aklımızın ucundan bile geçirmedik...
Rum’un acımasız baskı ve zulmüne rağmen, kendi sosyo kültürel değerlerimizi günlük yaşamımızın vazgeçilmezi olarak içimize sindirip, aza kanaat ederek direniyorduk!..
Gün oldu, evden işe, işten eve köy otobüslerini kullandık...
Daha sonra bisiklete terfi ettik...
Ardından motosiklet ve artık çoluk çocuğa karışınca üçüncü veya dördüncü el bir araba!...
Bu bile bizim kuşak için o yıllarda saltanat sürmek sayılırdı”!!!
1973-74 yıllarındaki nişanlılık günlerimizde, “ev” adına bizim en büyük, hatta o günlerde lüks sayılabilecek hayalimiz, Lefkoşa Surlariçi‘ndeki kerpiçten iki odalı samanbahçe evlerinden kiralayıp orada yuva kurmaktı!...
Gezip tozmamız : Hafta sonları Lefkoşa‘nın ünlü yazlık veya baraka inşaatlardan ibaret kışlık sinemalara gitmekti...
Hiç bilemediniz, ayda yılda bir hisar üstünde Anibal’ın kebapçı dükkanı, yada ara sıra o günlerin ünlü Budak Pastahanesi’ndeki arkadaş buluşmaları!
Lefkoşa dışı derseniz; bizim kuşağın Lefkoşa çocukları 1963-68 yılları arası deniz yüzü bile görmedi!...
1968 sonrası Girne Kapısı’nda Lozan Otobüsleri’ne doluşup Girne denizlerinin yolunu tutup da, oralarda 1950’li yıllardaki çocukluğumuzdan yana ne kadar değer varsa Rum’lar tarafından ne denli yağmalandığını görmek içimizi ateşe veriyor, ama bu ateş Türkiye ve Mehmetçik’e olan o kutsal özlemi daha da alevlendiriyordu.
Zaman zaman, Lefkoşa Büyük Han’daki Larnaka otobüslerine atlayıp İskele sahilinin sularına kendimizi atmak vardı ya!
Turan Dayı’nın otobüsünde İskele’ye doğru yol alırken, önce Gazimağusa Kapısı’ndaki barikattaki Rum Polisi ile Yunan askerlerinin bizi aşağılayarak bakışları, ardından İskele kalesinin hemen yanında mevzilenmiş Rum birliklerinin kontrolü altında Türk bölgesine geçerken, o çocuk ve genç yüreklerimizde kopan “özgürlük” fırtınalarının bilmem şimdiki kuşaklar ne anlama geldiğini biliyorlar mı ?
O yıllarda bolluk yoktu,
Savurganlık derseniz lugatımızda yer almıyordu ama, toplumsal bir sevgi ve dayanışma içinde olmanın milli mücadeleye yansıyan onuru teker teker fışkırıyordu her insanımızın yüzünde!..
İnsanlarımız hile, hurda, birbirine kazık atıp köşe dönme, toplum kurumlarını soyup soğana çevirme, rüşvet, suistimal, yolsuzluk, hırsızlık nedir bilmiyordu!...
Birkaç tane çıksa bile o toplumsal güç karşısında kendi kendine eriyip yok oluyordu!!!...
Hele, “muktesep hak” diye diye, toplumun sırtından hakyiyicilik, açıkçası hazır yiyicilik saltanatı sürmenin ne demek olduğu hiç, ama hiç bilinmiyordu!!!...
Çoğumuz lise birinci sınıfa kaydolurken Mücahit ordusuna da alınıyordu...
Bir elde Piyade tüfeği diğer elde kitap, ertesi günkü sınava hazırlandığımı çok iyi anımsıyorum...
Aylık 7 Kıbrıs Lirası Mücahitlik maaşımın önemli bir kısmını her aybaşı alıp eve harçlık için anacığıma verdiğimde her seferinde onun gözlerindeki parıltıyı unutmak mümkün mü?
Maaşla birlikte verilen bir karton Harman sigarasını rahmetli babama verdiğimde onun yüzünde beliren anlamlı tebessüm unutulacak gibi degil!!!...
İşte o duygular, bizi bu topraklara adeta çakıyordu...
O günlerde 20 Temmuz olmasaydı geleceğimizin vahametinin ne olacağının belki de farkında bile değildik ama, çektiğimiz onca acı, karşı karşıya kaldığımız baskı ve zulmün yol açtığı mağduriyetlerin ödenen bedellerini hiç umursamadan!!!...
İşte biz, daha doğrusu bizim kuşak, tam 11 yıl böyle geçirdi bütün Temmuz’ları...
Ta ki, 15 Temmuz’a kadar.
15 Temmuz ve sonrası günlere kadar;
***
40 yıl önceydi ama, daha dün gibi hatırlıyorum...
14 Temmuz 1974...
Dediğim gibi düğünümüz vardı. Adanın çeşitli kasaba ve köylerinden akrabalar, dostlar Lefkoşa'ya gelmişti. Ertesi gün yolların kapanıp evlerine dönemeyeceklerinden habersiz...
Düğün bitmiş evimize gitmiştik.
Ertesi gün öğleye doğru kalktık...
Ortaköy'deki kira evinin balkonuna çıktım...
Etrafta bir tuhaflık...
O zaman bomboş olan Ortaköy arazilerinde Kıbrıs Türk Alayına mensup askerler hendek kazıp koşuşuyorlar, askeri jipler bir oraya, bir buraya gidip geliyor...
Az sonra öğrendik, darbe olmuş...
Yunan Cuntası Makarios'u devirip yerine onun gibi azılı Türk düşmanı ve ENOSİS militanı Sampson'u göreve getirmiş...
Hemen bisikletime atlayıp gazeteye gittim...
Herkes, 1963'lerde, 67'lerde ve her uğradığı Rum saldırısında yıllardır birbirine sorduğu aynı soruyu tekrarlayıp duruyordu;
"Bu kez gelecekler mi?"...
Herkesin gözleri Beşparmak Dağlarına çevrilmişti...
Gazeteye girdiğimde Dr. Küçük hayatımda görmediğim bir telaş ve heyecan içindeydi... Ard arda sigaranın birini yakıp birini söndürüyor, sürekli dudaklarını ısırıyordu.
Beni görünce "Gel içeri" dedi...
Gittim, biraz konuştuk...
Balayı için Yeşil Ada Feribotuyla Mersin'e oradan da Istanbul'a gidecektik...
Dr. Küçük "Bekle gitme, bakalım ne olacak" dedi.
"Zaten gidemeyiz, yollar kapandı" dedim.
Öğleye doğru seferberlik haberi geldi...
Arif Çavuş matbaaya gelip emri bildirdi... Ve balayı yerine, 33. Tabur 20. Bölük 2. Takım'da nöbet yerinde herkes gibi ben de o anı beklemeye koyuldum... Gözlerimiz hep Beşparmaklara çevrilmiş, eller tetikte bekliyorduk...
Kimler yoktu ki, üzerimize Rum’un havan topları ile mitralyoz silahlarından çıkan kurşunların yağdığı Ledra Palas arkasındaki o mevzilerde...
Başta Veli Komutan, Ali Musa Çavuş, Yusuf ve Göksel onbaşılar...
Rahmetli Avukat Hakkı Alpagut, İş Adamı Mustafa Toros ile Ahmet Yağcıoğlu ve daha sonra bize destek bölüğünden intikal eden liseden sınıf arkadaşlarımız Ferdi Sabit Soyer, Fikret Çavuşoğlu, Müzik Hocası Caner. Az ileri mevzilerde ise rahmetli kardeşim Ergün, Doktor Küçük’ün oğlu Mehmet ve onlarla aynı mevzide şehit düşen Hüseyin Paşa ile Olgun Hulusi ve daha ismini hatırlayamadığım onlarca genç mücahit...
Bizler birer er idik ama, hepimiz top yekün Kıbrıs Türk Mücahidi idik!..
Zaten, böyle bir kutsal değerin bilinci içinde direndik ve bu tarihi güne tanıklık ettik.
Orada da tüm mücahitlerin birbirine sorduğu yine aynı soruydu; "Bu defa gelecekler mi? Yoksa yine Rum Radyosunun her seferinde balladıra ballandıra tekrarlayıp durduğu “Bekledim de gelmedin” şarkılarını mı dinleyecektik!!!"
Bu bekleyiş 3-4 gün böyle geçti...
Ve nihayet 20 Temmuz sabah saat 5'te Lefkoşa Selimiye Camii'nden ezan sesleri yükselmeye başladı... Hoparlörden yükselen ezan seslerinin ardından Mehmetçiğin adaya çıkarma yaptığı duyuruluyor, Kıbrıs Türk halkının zaferi kutlanıyordu...
Ve gelmişlerdi...
100 yıllık hasret bitmişti...
Kıbrıs Türk halkı yıllardır hasretini çektiği Türkiye'sine, Mehmetçiğine kavuşmuş onunla kucaklaşmıştı...
...Ve 20 Temmuz 1974...
Tükenmek, yok olmak, adadaki varlığı binbir baskı, zulüm, yokluk, yoksulluk ve entrika ile silinmek üzere olan Kıbrıs Türk halkının yeniden soluk alış, yeniden doğuş ve başını kaldırış günüdür 20 Temmuz 1974...
O günden bugüne tam 40 yıl geçti.
Mehmetçiğin bağrına bastığı özgürlük ve kurtuluşu yeni yeni soluklamış minik çocuklar şimdi birer delikanlı, olgun birer baba, yetişkin bir kız yada bir anne...
1974 öncesi bu topraklarda sindirilerek yok edilmek istenen ve sadece karşı karşıya kaldığı zulüm, katliamlar ve insanlık dışı muamelelerle kimi zaman dünyanın gündemine gelen bir halk vardır...
1974 öncesi görüşme masalarında artık Rum ve Yunanlının adayı Yunanistan’a ilhak edebilme adına Türk’e azınlık haklarının bile verilip verilemeyeceğinin dosyaları uçuşuyordu...
Rum ve Yunanlı ENOSİS ideali için 15 Temmuz 1974'de birbirlerini dahi vahşice katledecek denli gözü dönmüş bir "darbenin" altına imza atarken, Kıbrıs Türkü için adadaki varlığını korumak, özgürlük ve bağımsızlığına kavuşmak yolunda tarihi bir fırsat doğuyordu...
Ve Kıbrıs Türkü Anavatan Türkiye ile onun kahraman Mehmetçikleri sayesinde 20 Temmuz 1974'de kurtuluşa ulaştı... Yeniden doğdu...
Özgürlük ve bağımsızlığı elde ederek hızlı bir örgütlenme ile günümüzde birçok dünya devletine "dur şunda" dedirtecek çağdaş, demokratik ve her türlü kurumsal donanıma sahip devletini kurdu...
Özgürlüğün 40. yılında değişen ve gelişen her türlü sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal koşullara uygun bir biçimde adada bir anlaşma ve kalıcı çözüme ulaşmanın uğraşları veriliyor...
Özellikle son 5-6 yıldır dünyanın da ilgi odağı haline gelen adamızdaki gelişmelerin aslında özet anlamı budur...
Politika yapmak adına kimilerinin ortaya attığı gibi geldiğimiz noktada ne Türkiye Kıbrısı elden çıkarıyor, ne devletimiz ortadan kalkıyor, ne de tek bir Türk askeri adadan çekip gidiyor...
Çünkü biliyoruz ki bu uğraşların temelinde 20 Temmuz ve onun Kıbrıs Türkün’e kazandırdığı tarihsel hak ve değerler var...
Çünkü biliyoruz ki; bu uğraşların vazgeçilmez temel direği devletimizdir. Devletimizin daha da yücelitilip dünya platformlarda hak ettiği yeri alması vardır...
Çünkü biliyoruz ki; bu uğraşların temel noktası, Kıbrıs Türk halkının özgürlüğünün korunması, Kıbrıs adasındaki varlığını sürdürüp insanca onurlu bir biçimde yaşama hakkının 40 yıldır olduğu gibi ilelebet devam ettirebilmesidir...
Ve biliyoruz ki; bu uğraşların en güçlü dayanağı Anavatan Türkiye'nin Kıbrıs adası üzerindeki hukuki ve tarihi hakları yanısıra Kıbrıs Türkleri ile kenetlenmiş birlik ve beraberliği vardır...
40 yıl önce Mehmetçiğin bağrına basıp onlara barış ve özgürlük sunduğu bebekler, bugün birer yetişkin anne baba olarak dört elle sarıldıkları bu bilinen değerleri koruyup ilelebet yaşatabilmek için 40 yıl olduğu gibi daha nice yıllar Anadolu insanı ile dayanışmasını sürdürecek bağlarını güçlendirecektir....
İyi ki varsın Türkiye...
İyi ki 40 yıldır yanımızdasın Mehmetçik...