Su Gerçekten De “Yolunu Bulur”muş

“Islak” bir kış geçiriyoruz. Ülkemize bereket/rahmet yağıyor ama tedirginliğimiz, mutluluğa baskın çıkıyor. 5-6 Aralık 2018’de yaşadığımız ve dört genç canı yitirdiğimiz felâket var çünkü!

Bu arada özel yaşamımızda da suyun, gerçekten de suyun yolunu bulduğunu görüyoruz. 2019’un ilk günü, sabah kalkınca çalışma odama girdim ve çarpıldım. Beton damdan sızan su kitaplarımı ıslatmıştı. Beton damın yalıtımı var ama meğer uydu anten konurken yalıtım zedelenmiş. Çok yağmur yağınca da zedelenen yalıtımdan sızan su, betonda çatlak bulunca olan kitaplarıma oldu.

“SU”LU VE “DERE”Lİ NOSTALJİ

Son yıllarda zaman zaman yaşanan su taşkınlarının, önemli oranda dere yataklarının betonlaştırılmasından ya da suyun akış yatağına yapılan müdahalelerden/tecavüzlerden  kaynaklandığı konusunda, benim de katıldığım yaygın bir kanaat var. O kadar müdahaleler yapıldı ki  coğrafyamız değişti. Artık haritalarda yer alan derelerin yerlerinde yeller esiyor..

Bu durum, benim gibi çocukluğunu dere ile içiçe geçirenler için şaşırtıcıdır. Doğup büyüdüğüm Boğaziçi/Aytotro) köyünün ortasından Beştulum/Pendaşino deresi geçer. Evimiz, köyü ortasından bölen derenin kıyısında idi. Çocukluğum bu derenin kenarında geçti. Köy ile dere, bir bütündü. Deresiz bir çocukluğumun Aytotro’sunu hayal bile edemiyorum. Çocukluk anılarımı anlattığım kitapta bile çocukluğumun simgesi olarak, derenin Türkçe adı Beştulum’u kullandım. (Beştulum’dan Zirköy’e Bir Kıbrıs Çocukluğu ve İlkgençliği 1940 – 1963, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2018.)  Bir Gün Belki romanımda da, Beştulum mekânlardan biridir.

            Yaz günlerinde, dereyatağı biz çocukların oyun alanımızdı. Elimizle çakıllı kumlu tabanı kazmak ve “pınar” bulmak en büyük zevkimizdi. Bulduğumuz pınarlardan soğuk sular çıkar, o suyu avuçlayarak ya da eğilerek avucumuzla ağzımıza götürüp içerdik.

            Yaz mevsiminde, çocuklar ve yeniyetmelerin yıkanması için dere içinde göletler yapılırdı. Çocuklarla yeniyetmeler için, yaz günlerinde soyunarak donla suya girmek büyük bir eğlence idi.

            Boğaziçililer için “derenin gelmesi,” başlı başına bir olaydı. “Derenin gelmesi,” kuruyup akmayan, ya da çok az akan suyun bir anda çoğalması, dereyatağının su ile dolması anlamına gelirdi. Sel suları ile kabaran bir geliş ve doluştu bu!

            Köylüler, derenin geleceğini önceden anlardı. Kabararak gelen azgın su, sesini önden gönderirdi ve bu sesi duyanlar derenin gelmekte olduğunu anlarlardı. Böyle durumlarda köy gençleri köprüye çıkar, hep birlikte tempo tutarak “dere geliyor” diye bağırırlardı. Bu tempolu bağırış, hem köylüler için bir uyarı, hem de derenin gelişinin sevinçle karşılanması idi.

            Bir gün, büyüklerimizin “uzaklaşmayın” sözünü unutup evden epeyce uzaklaşmış, dereyatağı içinde kuzey yönüne doğru epeyce ilerlemiştik. Birden bazı sesler duyduk. Bir dev, yuvarlana yuvarlana ve homurdana homurdana yaklaşıyordu sanki! Köprüden dört-beş yüz metre kuzeyde idik. Birden gençlerin “dere geliyor” çığlığını duyduk. Ne yapacağımıza tam karar vermemişken, birkaç yüz metre kuzeyimizden, dereyatağını dolduran azgın suların üzerimize geldiğini gördük.

            Korkup paniklemiş; korku dolu gözlerle üzerimize gelmekte olan azgın suya bakıyorduk. “Kaçın, kaçın” diye bağırdı birisi! Çil yavrusu gibi dağıldık. Ve dereyatağından çıkarak kendimizi yandaki bahçeye zor attık.

            O gün gelen, her zamankinden daha değişik, daha deli, daha azgın bir su idi. Tüm köy ayakta idi. Herkes birbirini, aileler çocuklarını arıyor, koşuşturup duruyordu. Annemle kavuşmamız, yaşamımın unutulmaz anlarındandı. Annemin ağlayarak bana öyle bir sarılışı vardı ki!

            Derenin, yatağının yanındaki alçak bölgeleri “bastığı” da olurdu. Hele bir keresinde öyle bir basışı oldu ki! Sular, evimizin karşı tarafındaki bahçelere kadar yayılmış; köprünün üzerinden akıyordu. Dereyatağı sular içinde kalmıştı. Dere kenarındaki avlumuzun daha alçak olan güney ucu da sular altında idi.

            Kısacası o gün, yalnız dereyatağı değil, dereyatağına bitişik bahçeler ve alçakta olan evler de su altında kalmıştı.

            Az önce anlattığım azgın sularla yüz yüze kalıp son anda kaçıştığımız gün aynı gün müydü, yoksa başka bir gün müydü, anımsamıyorum. Büyüklerimize göre, o olay, bilinen en büyük olaydı. Yaşlı bir Rum erkeği sulara kapılıp kaybolmuş, ölüsü günler sonra bulunmuştu. Evler, bahçeler zarar görmüş, pek çok hayvan telef olmuştu. Günlerce, aylarca, yıllarca konuşulup durulmuştu.

BEŞPARMAKLAR’I  OYMAk

YA DA DEREYATAKLARINI YOK ETMEK

            Anlattıklarım 1940’lı yılların yaklaşık 70 yıl öncesinin Kıbrısı’ndan kesitlerdir ve niye şimdi bunları anlattığım her halde açık seçiktir. Yani “bayram değil, seyran değil eniştem beni niçin öptü” dedirtecek bir durum söz konusu değildir.

            Neyi düşünüyorum biliyor musunuz?

            Hem anlattığım anılardaki sel olayları, hem son benzer felâketler elbette ki “doğanın gücü”nü göstermektedir, ama son felaketler, aynı zamanda “doğanın intikamı”dır da! Bir yandan insanlığın doğa ve çevreyi hor kullanmasından kaynaklanan evrensel boyutlu “küresel ısınma;” diğer yandan doğayı hiçe sayan, çevreyi katleden, büyük oranda popülizmden ve bürokrasi/yanlış teknik yönlendirme/meslek etiğine ters uygulamalardan ve de şehirleşmeyi betonlaşma sanan cehaletten  kaynaklanan yerel gafletimiz, sonunda doğayı zıvanadan çıkardı ve bizimle kendi dilinde konuşarak intikamını aldı.

            Merak ettiğim iki konu var:

            Sel felâketlerine kadar çocuklara gösterecek dere kalmamıştı, yaşadığımız coğrafyada! Beşparmaklar’ı oymanın, neredeyse Lefkoşa’dan Girne’yi görebilme olanağı yaratacağı yönündeki söylem ironiktir ama derlerle ilgili söylenenler gerçektir. Bu durumda yetmiş yıl sonra “dere” kavramı bilinecek mi, yoksa yalnızca dilde mi yaşayacak biçiminde bir soru da elbette ironik olur ama bir gerçeğin bugünden görülmesidir de!.

            Sözün kısası ben, yaklaşık 70 yıl önceki anılarımı, moda deyimle “nostaljik (özlemsel) duygularla” anlattım. Bu günün çocukları, 70 yıl sonra, hatta çok daha önce zamanımızda yaşananları aynı nostaljik duygularla anlatabilecekler mi?