Bu haftaki yazımda tek bir konu yerine üç değişik konudan söz etmeyi yeğledim, çünkü üçü de günceldir ve söylenecek sözün şimdi söylenmesi gerekir.
KİMLİK (TÜRKLÜK – KIBRISLILIK ÜZERİNE)
Daha 1986 yılında, bir İstanbul ziyaretinde, Cumhuriyet Gazetesi’nin benimle yaptığı bir söyleşide, bugünlerde alevlenen kimlik sorunumuz da konu edilmişti. Benim yanıtım açıktı: “Türk’üm ama Kıbrıslıyım. Kıbrıslıyım ama Türk’üm.”
Başbakan Özgürgün’ün bir söylemi üzerine alevlenen kimlik tartışması, son günlerde çıktığım TV programlarında bana soruldu. Bir gazete de benden bu konuda görüş aldı. Hepsine 1986’da Cumhuriyet’e verdiğim yanıtı verdim.
Türklük, benim etnik/ulusal kimliğimdir; Kıbrıslılık, coğrafi (vatani, yurtsal) kimliğim! Benim halkım Türklüğü’nü sürdürmek için efsanevi bir savaşım verdi; ama bu savaşımı, bu Ada’da Türk kimliği ile var olmak, değişik bir anlatımla bu Ada’yı vatan bildiği için yaptı.
Yalnız Türklük için savaşım verilmiş olsaydı, Anavatan bilinen Anadolu’ya geri dönülürdü. Nitekim 1878’den ve Lozan’dan sonra on binlercemiz bunu yaptı. Geride kalanlar ise, Anavatan sevgisini göz ardı etmeden burayı vatan bildi ve bunu, ulusal/toplumsal kimlik, benlik ve kültür bilincinden, yani “Kıbrıs Türk kimliği”nden/Kıbrıslı Türk kimliği”nden ödün vermeden bu toprakları vatan yapmak için yaptı. (Bana göre, ikisine farklı anlamlar yükleme çabalarına karşın, “Kıbrıs Türkü” ya da “Kıbrıslı Türk” aynı anlamı taşıyor.)
Evet, Türk Kurtuluş Savaşı’na kadar İslam kimliği baskındı ve İngiliz sömürgecileri, ısrarla bu kimliğin sürdürülmesine çalıştılar. 1948’e kadar da bunu başardılar. Buna karşı, Kıbrıs Türkleri’nin sömürge yönetimine karşı savaşımının temeli Türk kimliğinin tanınması içindi.
Zürich – Londra sisteminde ve bu bağlamda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda konu, “Türk” ve “Elen (Yunanlı)” diye geçer. KKTC Anayasası “Kıbrıs Türk Halkı”ndan söz eder ve “Türk ulusunun ayrılmaz bir parçası” olduğunu söyler. Görüşme süreci ile ilgili belgeler “Kıbrıslı Türkler”den söz eder.
Bunlar tarihsel, uluslararası hukuk gerçekliklerdir. Uluslararası ilişkiler ise bunu böyle gerektirir. Sosyokültürel açıdan da bu öyledir.
Ha bakın, Türklük ya da Yunanlılık olmadan “Kıbrıs milleti” anlamı yükleyerek “Kıbrıslılık” var diyen olur ama bunu kendisi için kişisel olarak söylerse saygı duyarım ama bunu toplumsal bağlamda, Kıbrıs Türk Halkı adına söylerse, İnönü’nün deyişiyle “hadi canım sen de” deyip gülüp geçerim. Çünkü bunun ne sosyolojik, ne tarihsel, ne gerçeklik açısından anlamı yoktur, tek başına Kıbrıslılık, yalnızca coğrafi aidiyeti işaret eder.
VATANDAŞLIK
Başbakan Özgürgün’ün sözleri nasıl kimlik tartışmaları bakımından arı kovanına çomak sokmak anlamı taşıdıysa, Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın vatandaşlık açıklaması da öyle oldu.
Bu ülkede, her zaman sorun ve tartışma/eleştiri konusudur vatandaşlık!
Bunun belki de en önemli nedeni, küçük bir ülke ve küçük bir toplum olmamız; küçüklüğümüzden dolayı vatandaşlık konusunun siyasal irademizi etkileme potansiyeli taşıması ve bu potansiyelin geçmişte tepe tepe kullanılmasıdır.
Bir seçim sürecinde binlerce kişinin vatandaş yapılması olayı, belleklerden silinmedi. Bu bakımdan nüfus yapımızda bir denge tutturmak zorundayız ve vatandaşlık dağıtılarak siyasal istencimizin çarpıtmasına karşı çıkmak doğaldır.
Elbette ki vatandaşlık hakkını kazananlara bu hakkı vermemek de anlayışla karşılanamaz. Önemli olan hak kazananlara haklarını vermek, ama bunu yaparken istismara kaçmamaktır.
Ne yazık ki bu konuda da “siyaset kurumu”nun “kan ayaklılığı” yani sorun çözme yeteneksizliği temel nedendir. Biri kitle halinde vatandaşlık verir, diğeri tüm kriterlere sahip olup vatandaşlığa hak kazananlara bile bu hakkı vermez.
Bunca tartışılan bu konu ile ilgili doğru dürüst düzenleme yapılmamasını; nesnel ölçütlerin, güven veren uygulamaların olmamasını anlamak ve anlayışla karşılamak mümkün değildir.
Bazı ülkelerde vatandaşlık kazanılmasına yargı karar verir. Bana göre, bizde de, bunca netameli ve tartışmalı bir konu hakkında karar verme yetkisi, siyasal erkten alınmalı ve bizde de yargıya devredilmeli, konu siyasallaşmanın ötesine taşınmalıdır.
Tabii ki bunu yaparken kurallar ve ölçütler iyi belirlemelidir.
ENOSİS PLEBİSİTİ
7 Nisan 2017 günü, Rum Meclisi toplandı ve hareketli, olaylı, alengirli bir oturumda Enosis Plebisiti’nin Rum okullarında kutlanması kararını, Ortodoks Kilisesi’nin onay verdiği kişinin olabildiği Eğitim Bakanı’na devretti. Bizim taraf da bunu kararın bertaraf edilmesi olarak kabul ederek görüşmelere yeniden başlama kararı aldı.
Tabii ki aslında karar bertaraf edilmedi. Patlayan bomba, istenildiği anda patlatılacak bir bombaya dönüştürüldü. Buna Demokles’in kılıcı da diyebiliriz. Çünkü bizim birkaç yüzyıllık karabasanımız olan ENOSİS, kafalarda duruyor.
Kaldı ki ENOSİS Plebisiti’nin kendisi ve Rum okullarında kutlanması konusu o kadar önemlidir ki, tümüyle geri alınmış olsaydı bile, “zehiri,” “izi,” “kiri” ve “tortusu” kalacak ve özü asla değişmeyecekti.
Buna “bile bile lades” mi dersiniz, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” mu dersiniz; sizi aptal yerine koyduklarını mı düşünürsünüz, “hile-i şeriye” mi dersiniz bilemem ama bence hepsi de var.
Ve şimdi yeni bir takvim, halka yeni bir ümit kapısı pompalama süreci başlıyor. Öyle bir süreç ki Rum, hidrokarbon konusunda, süreci tırmandıra tırmandıra pervasızca ilerlemeyi sürdürüyor.
Aslında göz ardı edilen; yalnız “bertaraf edildi” algılaması, daha da doğrusu aldatmacasıyla kalkmayan Enosis Plebisiti’nin kutlanması kararı değil, hidrokarbon pervasızlığı da göz ardı ediliyor.
Bu şekilde masaya yeniden dönüş, federasyon ütopyasını gerçeğe çevirebilir mi? Dillendirildiği gibi, Nisan Mayıs içinde sonuç alınabilir mi?
Açıkçası ben sanmıyorum. Enosis Plebisiti’nin Rum okullarında okutulması kararı gerçekte bertaraf edilmeden başlayacak görüşme süreci, öyle düşündürüyor. Bu süreç, artık modası geçmiş ve Rum tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti olarak yoluna tek başına devam etmesini engellemeyen 50 yıllık görüşme sürecinin sonunu getirecek; yani Sayın Cumhurbaşkanı’nın “yol ayırımı” dediği aşamaya gelinecek gibi görünüyor.
Benim öngörüm budur.