Merhaba sevgili Vatan okuyucuları. Hepinize iyi bir hafta dileyerek gezi notlarımıza onüçüncü haftada  kaldığımız  yerden devam ediyoruz.  .

 LONDRA YOLCULUĞU – İNGİLTEREYE GİRMEK DAHA ZOR OLDU- Bizi mühendislik 
kimliği kurtardı. 
1970 lerin sonundaydı.  Almanyada Avrupa Jeofizikçiler Birliğinin uluslararası bir kongresi yapılacaktı. Ben de bu birliğin üyesi olduğum için davetliydim. Evliliğimizin üzerinden bir yıl kadar geçmişti. Bu nedenle yalnız gitmektense eşimle birlikte gitmeyi kararlaştırdık. Hatta Almanyadan önce İngiltereye gidip oradaki akrabaları ziyaret etmeyi ve ondan sonra Almanyaya gidip kongreye katılmayı kararlaştırdık. O zaman hava ulaşımında KTHY vardı. Çok rahat bir yolculuktan sonra uçak Heathrow havaalanına inmişti .
Pasaport kontrolundan çekinmiyordum. Ama olay hiç de beklediğim gibi gelişmedi. Sıkı bir sorguya tabi tutulduk. İngiltereye niçin geldiğimizi ve ne kadar kalacağımızı  sordular. Bir haftalığına akrabalarımızı görmeye geldiğimizi daha sonra Almanyaya kongreye gideceğimiz söyledik. Almanyadaki kongre davetiyelerini , rezervasyonlarımızı gösterdik. Görevli memur tatmin olmamıştı. Göreceğimiz kişilerin adreslerini, daha önce İngiltereye gidip gitmediğimizi sordu. Akrabaların listesini verdik, daha önce İngiltereye gittiğimi ve tarihini söyledim, not etti, ama gene inanmadı.Yeni evli bir çiftin Londraya gitmesinden şüphelenmişti. Çünkü o günlerde Londra Yurt dışından  birçok kişinin göç kapısı idi.
Göstereceğiniz başka evrak yok mu diye sordu, ceplerimi karıştırıp döküman ararken elime bugünkü Yerbilim Mühendisleri Odası, o zamanki adıyla Maden, Metalürji ve Jeoloji Mühendisleri odasının Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanmış ve beyaz karton üzerine basılarak fotoğrafımın zımbalanmış olarak tutturulduğu kimlik kartı geldi. Odanın kurucusu olan üç kişiden biriydim ve o sene odanın başkanıydım. Kimlik kartını da kendim imzalamıştım. Kartı görevli memura uzattım: Aldı, inceledi sonra: “Demek sizin ülkede maden mühendis var, öyle mi?” diye sordu. Hemen cevabı yapıştırdım “Hem stajı da  Nottingham’da yaptım” deyince. “O zaman hoş geldiniz” deyip mühürü bastı ve içeri girdik.
Londrada bir hafta kadar kaldık. Akrabaları, tanıdıkları ziyaret ettik. O kadar çok tanıdık vardı ki, kongre gününe kadar ziyaretleri ve Londrayı gezmeyi bitiremedik. Kongreye gidemedik.
Londra ziyaretinde birçok ilginç olaylar yaşadık. Bunlardan hiç unutamadığım , o zamana kadar hiç görmediğimiz çikita muzlarıydı. Hyde Park’ın yanında bir sokak satıcısı muz satıyordu. Neredeyse bir ayak uzunluğunda sapsarı muzlar. Bizim yeşilırmak muzlarının neredeyse üç katı kadar iriydiler. Gidip bir tane muz aldık.  Bir tane muz istediğimiz için satıcının canı sıkılmışa benziyordu. Oflaya poflaya, suratını bir karış asarak, bir muzu tartıp verdi, parasını aldı. Muz büyük olduğu için bitiremeyeceğimizi zannediyorduk. Ama hiç de öyle olmadı. Muz o kadar lezzetli gelmişti ki, bitirince gidip bir tane daha istedik. Satıcının konuşmasından Rum olduğunu anlamıştık. Muhtemelen o da bizim Türk olduğumuzu anlamıştı. Ben gidip “ One more banana” deyince  tersledi “Next week” deyip elini salladı.  Ben ve eşim, o günden bu güne, bu sözcüğü her duyduğumuzda güleriz.
Uçuş günü havaalanına gittik. Valizleri verip uçağa çağrılmamızı bekledik. Uçuşa yarım saat kadar kala bir anons yapıldı. Uçak 3 saaat rötar yapmıştı. Biletli yolculara restoranta gidip yemek yiyebilecekleri, yemek parasını şirketin ödeyeceği söylenmişti. Üç saatlik rötardan sonra İngiltereden ayrıldık.
Wikipedia’da KYHY için şu bilgiler verilmektedir:
Kıbrıs Türk Hava Yolları Ltd. Şti. (KTHY), Kuzey Kıbrıs’In bayrak taşıyıcısı olarak kapanış  yılı olan 2010 yılına kadar  hizmet vermiş olan bir havayolu şirketiydi. Kuzey Kıbrıstaki Ercan Havaalanından Türkiyenin birçok kentine, Birleşik Krallığa ve bazı kuzey ve doğu Avrupa ülkelerine tarifeli uçuşları vardı. Ana üssü Kuzey Kıbrıstaki  Ercan Havaalanı olmakla birlikte zorunlu olarak İstanbulda tescil edilmiş oln bir şirketti. 1974’te kurulmuş, 1975 te uçuşlara başlamıştı. 7 uçakla 18 destinasyona uçuyordu.
 

 TÜRK KÜLTÜRÜNDE DAYANILMAZ SESLERDEN 3 TANESİ : PARA SESİ, KADIN SESİ, SU SESİ
Bu üç ses hakkında   günlük konuşmalarda  çeşitli anlatımlarla karşılaşırız, bunlarla ilgili olarak filmlerde, romanlarda, gazetelerde çeşitli yaklaşımlar açıklanır. Biz kendi yorumlarımızı yapacak olursak, kredi kartlarının, bankamatik kartlarının günlük yaşantımıza girmesinden sonra, para sesine hasret kaldık. Kadın sesine gelince, birçok kesim dırdır deyip şikayet etse de, allaha şükür ki evimizde bir kadın var ve sesini duymak bize iyi geliyor.  Su sesi açısından ise son zamanlarda çok şanslı olduğumuzu söyleyebiliriz. Beş-altı Aydan beridir evimizin hemen yanıbaşında şarıl şurul akan bir akarsu var, belediye, sağdan soldan topladığı atıksuları bir derede birleştirip evimizin yanındaki köprünün altına akıtmaya başladı. Bu sayede su sesine mahrum kalmıyoruz.
Lefkoşadaki bütün işyerlerimi denetleyen, hijyen koşullarını sağlamayanlara ceza kesen, kapatan bir kurumun, atıksuları açık kanallarda köyün içinde dolaştırıp biriktirmesi, bir günlüğüne bile olsa, kabul edilebilecek bir durum değildir. Bu durumu belediyeye hiç yakıştıramadım.  Sağlık açısından, tehlikeyle kaynağında mücadele edilmesi esastır.
Buraya gelen suyun tahlil ettirilmesi gerektiğini belediye görevlilerine söyledim ama onlar buna ihtiyaç duymadılar sanırım.
Ben, çeşitli kanallardan toparlanarak evimizin yanında biriktirilen bu tehlikenin büyüklüğünü merak ettim. Numune alıp tahlil ettirdim. Laboratuvarın bana verdiği sonuçlar aşağıdaki gibidir.
Eğer bu değerler belediye yetkilileri açısından insanlara bir risk oluşturmuyorsa, kendilerini bir aylığına bu bölgede yaşamaya davet ediyorum. Biz aylardır buna katlanıyoruz ve görünüşe göre aylarca daha katlanmamız gerekecek. Bir ay onlar için sorun olmasa gerek İleriki haftalarda bu konuyla ilgilenmeye devam edeceğiz. Belediyeler vatandaşa sağlıklı durumlar yaratmak zorundadır. 21. Yüzyıla yakışır şekilde yaşamak hakkımızdır. Sağlıklı günler dileyerek başkanı selamlarım.

 KARGADUZU TEPESİNDEKİ AĞAÇLANDIRMA
Geçtiğimiz hafta, Serdarlı- Gönendere yolnun güneyinde ve  Pınarlıya giden toprak yolun kuzeyinde yer alan ve  Ercan – İskele yolunu yapan müteahhitin, yolu yapmak için gerekli malzemeyi çıkardıktan sonra araziyi darmadağın bir şekilde terk edip gittiği tepedeki ağaçlandırma çalışmasını yazmaya başlamıştım. Yetkililer de işin peşine düşmemiş, bölgede müthiş bir görüntü kirliliği meydana gelmiştir. 2007 yılında UNDP’de görev yapmakta olan Nicolas Jarraud , iki toplumlu bir ağaçlandırma projesini yürürlüğe koymuş ve bu bölgenin Mikoriza tekniği ile ağaçlandırılmasına önayak olmuştu. Bu teknikte, mikoriza denilen bazı mantar türleri  dikimi yapılmakta olan fidanların köküne konarak ağaçla ortak yaşama girmeleri ve fideleri besleyerek kısa zamanda gelişmelerine katkı koymaktadır. Ağaçlandırma çalışmaları sırasında yaşananları geçen hafta anlatmaya çalışmıştık. Bu hafta, arazinin o zamanki durumuyla bugünkü durumunu  arşılaştırmaya çalışacağız. Daha yakın çekimleri de ileriki haftalarda paylaşmaya çalışırız.
Ağaçlandırma yapılmış olan arazinin  batıdan  görünüşü. 
Tepenin hem kuzeyi hem de güneyi bugün ağaçlarla kaplıdır. 12 sene önce diktiğimiz ağaçlar bugün gür bir orman haline gelmiştir. Tepenin ortası ise bir krater şeklinde olduğu gibi bırakılmıştır. Burası, plansız, kontrolsuz ve denetimsiz bir şekilde malzeme çıkarılan taş ocaklarının sonuçta ne hale gelebileceğinin  canlı örneği olarak bir müze şeklinde ziyarete açılabilir. Dünyanın birçok ülkesinde bu gibi kötü uygulamalar yerli veya yabancı ziyaretçilere  ücretli olarak açılmakta ve gelir elde edilmekte, elde edilen gelir çeşitli çevresel yatırımlara harcanmaktadır. Ayrıca toplum bilinci yaratmak açısından öğrencilerin ziyaretine de açılabilir. Bu konuda Serdarlı belediyesine önemli bir görev düşmektedir.  Bundan 12 sene önce çam fidanlarının dikildiği Kargaduzu tepesinin görünüşü. O zaman bomboş, çorak bir durumda olan arazi, bugün çam ağaçlarıyla kaplıdır.