‘’Darbe açıkça dışarıdan bir işgaldir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının ve egemenliğinin aleni ihlal edilmesidir. Sözde darbe diye bilinen, Rum Milli Muhafız Ordusu’nu dolduran ve komuta eden Yunanlı subayların işidir. 15 Temmuz darbesi, bir istila idi ve Kıbrıs’ta Yunan subayları bulundukça bu istila devam edecektir.’’ (Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios’un, 19 Temmuz 1974’te BM. Güvenlik Konseyinde yapmış olduğu konuşma metninden…)
 Tarih; sayfalarına yazılan gerçekleri göz ardı ederek, kendi gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınanlara öyle bir ders verir ki! O gerçeklerin belgeleri ortaya konulunca; inkâr edenlerin suratında patlayan bir tokat olur…
 50 yıl önce Türkiye’nin adaya yapmış olduğu 20 Temmuz 1974 haklı müdahalesi nedeniyle suçlandığı, hem de BM Güvenlik konseyinin 1984 yılında 550 sayılı kararı ile ülkemizin işgalci olarak tanımlandığı bu karar, öylesine tek yanlı, öylesine gerçeklere aykırıdır ki!
 Ama ne yazık ki,  Yunanistan Kıbrıs sorunu sanki o tarihten sonra başlamış gibi, dünya kamuoyunu aldatmış, özellikle de BM Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreterliği’ne gerçekleri yok sayan, haksız kararlar aldırmayı başarmıştır!
 Aslında bu uluslararası bir başarı da değildir! Çünkü böylesine tersyüz edilmiş kararlara imza atan devletlerin de istediği budur!
 1959-1960 Zürih ve Londra Antlaşmalarını dahi göz ardı eden BM Güvenlik konseyinin haktan ve hukuktan yoksun böylesine kararlar alamsına şaşırmamak gerekir! Çünkü uluslararası emperyalizmin temsilcileri tarafından Kıbrıs’la ilgili olarak alınan kararların tamamının hedefinde: Türkiye’nin ve Türk askerinin adadan ayrılması vardır…
 Günümüzde de devam eden taraflar arası görüşmelerin, bugün gelmiş olduğu en önemli nokta da budur…
 Şimdi,
 50 yıldan bugüne Kıbrıs’ta Türkiye, Türk askeri işgalcidir diyerek; dünya kamuoyunu hala aldatmaya devam eden başta Yunanistan olmak üzere, Yunanistan’ın adadaki izdüşümü olan, adanın yarı buçuğunu temsil eden Rumlara ama en çok da KKTC’de bu yalanı sıkçasına gündeme taşıyarak, bu yalana alet olan kimi ayrık otlarını:
 Tarihe yazılı gerçeklerle yanıtlayalım:
  İlk cevabı, yazımın girişinde tırnak içerisine almış olduğum satırlarından okudunuz. O açıklama 20 Temmuz 1974’ten, 25 gün önce; 15 Temmuz 1974 tarihinde adada; o dönemin Bağımsız Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a karşı Yunanlı subaylarca yapılan darbenin, ilk ağızdan itirafıdır. Hem de 19 Temmuz 1974’te BM Güvenlik Konseyinde…
 Tarihin ikinci cevabı:
 Dönemin Yunanistan Deniz İşleri Bakanı Evampelos Laonnopoulos, Atina’da yayınlanan Elftherotifia gazetesindeki açıklamalarından olsun.
 Bakınız, Yunanlı Bakan Türkiye’nin 1974’te yapmış olduğu müdahale ile ilgili ne demiş:

 ‘’Makarios’u devirdikten, Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerini katliama başladıktan ve Sampson diye bir meczubu, Kıbrıs hükümetinin başına getirdikten sonra, Türkiye’den hiçbir tepki beklememek nasıl mümkün olabilirdi?’’
 Üçüncü cevap:
 Araştırmacı, yazar Amerikalı Prof. Dr. Pierre Oberling’ten gelsin:

 ‘’Kıbrıs’ın 1974’te Yunanistan tarafından işgali tam bir çılgınlıktı. İşgalin amacı, Makarios’un öldürülmesi ve yerine, Enosis’i (adanın Yunanistan’a bağlanması…) derhal gerçekleştirerek bir liderin getirilmesi idi. Hâlbuki işgal, Yunan cuntasının sonunu getirdi ve dağınık yerleşimler halinde yaşayan Kıbrıs Türklerinin, Türkiye’nin koruması altında birleşmiş ve dayanışmalı bir hale gelmesine sebep oldu. Türkiye’nin müdahalesi sadece Kıbrıs Rumlarının diğer Rumlar tarafından katliamını sona erdirmekle kalmadı; aynı zamanda Kıbrıs Türklerinin Yunanlılar ve Kıbrıs Rumları tarafından katliamını da durdurdu. Türk birliklerinin Kuzey Kıbrıs’ta bulunması BM Barış Gücünün (UNFICY) yapamadığı şeyi de gerçekleştirdi: Dünyanın başlıca kaynaşma noktalarından biri haline gelmiş olan o bölgeye barışı getirdi. Gerçekten, Türk Ordusunun adada gerçek anlamda bir barış gücü olduğu söylenebilir.’’ .(Bk.The Cyprus Tragedy-Prof. Dr. Pierre Oberling)
 Ama tarihi gerçeklerin en çarpıcı yanıtı:
 Yunanistan’dan Athens Court of Appels’tan (Atina Temyiz Mahkemesi) gelmiş; mahkemenin 21.03.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı; Türkiye’nin Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre garantörlük hakkını kullanmış olduğunu kabul etmiştir.

 Pekiyi, Yunan Temyiz Mahkemesi bu kararı nasıl almıştı?  İşte cevabı:
‘’ 1976 yılının Aralık ayında bir Yunanlı, Atina’da mahkemeye başvurmuş ve 22 Temmuz 1974’te Lefkoşa üzerinde uçarken, Güney Kıbrıslıların açtıkları ateş sonucunda düşüp parçalanan Yunan Delta Nakliye uçağının içinde bulunan ve ölen oğlu için tazminat talebinde bulunmuştu.’’ (20 Temmuz 1974’te adada ki, Rum Milli Muhafız askerleri açtıkları uçaksavar ateşiyle; Yunan Cuntasınca kendilerine yardım için gönderilen, içinde Yunan komando birliklerinin bulunduğu Yunan Delta Nakliye Uçaklarını, uluslararası Lefkoşa Hava alanında düşürmüşlerdi…) Atina mahkemesi; ‘Davacı, davasında haklıdır. Hazineden tazminat alması gerekmektedir.’ Diye karar vermişti. Yunanistan Ekonomi Bakanlığı ise tazminatı ödememek için karara karşı çıktı ve temyize başvurarak kararın bozulmasını istedi. Ama Yunanistan Temyiz Mahkemesi kararı bozmadı, aksine güçlendirici bir karar çıkardı.
 Bu kararda: ‘’Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu, mahkememizce yapılan araştırma sonucunda kanıtlandı. Zürih Antlaşmasını imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere ‘’garantör’’ devletler olarak, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin güvenliğini garanti altına alıp koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır.’’
 İşte yıllardan beri nedense hep göz ardı edilen, sanki bir tabu imiş gibi konuşulmayan böylesine güçlü kanıtlar varken!
 Hala Türkiye ve Türk Askeri 20 Temmuz 1974’te adayı işgal etmiştir, demek cüretinde bulunanların önüne bu gerçekler neden konulmaz? Bir tokat gibi suratlarına neden çarpılmaz?
 Kıbrıs’ta çözüm arayanlar;
 Türk Milletinin, Kıbrıs Türk Halkının en haklı olduğu bu ‘Milli Davasında’ sırf çözüme ulaşmak adına; tarihi gerçekleri, yukarıda sıraladığım kanıtları görmezden gelebilirler mi?
 Devletler arası ilişkilerde ‘hak verilmez alınır.’ Hele, hele haklı olan taraf; böylesine güçlü tarihi gerçeklere sahip ise…
 Kıbrıs’ta Türkiye’nin uluslararası antlaşmalarla saptanmış, garantörlük ve adanın güvenliği konusunda elde etmiş olduğu yasal hakları halen geçerlidir. Devletimizi yönetenler; mutlak surette bu hakların nasıl korunacağını da çok iyi bilmektedir.
 Ancak AB’ye giden yol için yeniden ortaya konulan/konulacak vaatlere; bu defa da Annan Planında olduğu gibi peşinen evet demek, Türk Milletinin onaylamayacağı, Kıbrıs Türk Halkının kabul etmesi olanaksız bir çözüm modelini görüşme masasına getirmek sonu hüsranla bitecek bir tercih olmamalıdır!
 Türkiye’nin adada ki garantörlük hakkı, Türk askerinin adadaki varlığı; Kıbrıs Türkünün adadaki varlığının da, geleceğinin de garantisidir.
 Unutulmasın ki!
 Kıbrıs Türk Halkı; Rum idaresi altında, Rumlarla birlikte yaşayamayacağını tarihsel gerçeklerle acı bir şekilde öğrenmiş ve yaşamıştır.
Böylesi bir gerçeği, yeniden sınamaya kalkışmak; sonu belli, pişmanlıktan başka bir şey olmayacaktır!
 Kıbrıs’ta Türkiye’nin ulusal menfaatlerinin korunması, savunulması; adada Kıbrıs Türk Halkının barış içinde, hür ve mutlu yaşamasının yegane şartı:
 KKTC’nin tanıtılması ve sonsuza kadar yaşatılmasıdır…