Halkların, milletlerin ve devletlerin olmazsa olmazlarının başında lisan gelir.
Öyle ki yurtsuz halk / halklar vardır, olmuştur olacaktır ve fakat lisanı olmayan bir halk, milliyet, millet görülmemiştir ve görülmeyecektir de.
Lisan halkların, milletlerin ve devletlerin dününde, gününde ve yarınında en önemli sacayağıdır denebilir.
Lisan ile dil arasındaki ilişkiler yumağını hakkıyla çözebilmek için, Yaşar Kemal ile Orhan Kemal’i örnek olarak irdeleyebiliriz tıpkı, Cemal Süreya ile Edip Cansever ikilisi gibi.
Tekrar etmek ukalalık gibi görünecek ama meramın anlatılması için kendimi bağışlıyor ve ukalalık gibi görünecek olanı yazıyorum.
Yaşar Kemal ile Orhan Kemal Türkçe lisanının iki önemli yazarıdır, aynı dönemin yazarlarıdırlar, ikisi de Türkçe yazar ve fakat yazarken kullandıkları dil kendilerine özgüdür.
Bu Yaşar Kemal’de öylesine özgündür ki, Ali Püsküllüoğlu ‘ Yaşar Kemal Sözlüğü’ hazırlamak ve yayımlamak zorunda hissetmiştir kendini. İyi de etmiştir hem de çok iyi.
Her ikisi de ikinci yeni akımının şairleri olmasına karşın çok farklı iki dil yaratmıştır, Cansever ile Süreya ki bu diller onların Türkçe denizine akan iki farklı nehir olmalarını sağlamıştır
Yazarlar arasında kendini sergileyen bu dil farklılığı kurumlar arasında da vardır, mimari dil, hukuk dili, tebabet dili, köylü dili şehirli dili gibi ayrımlar farklılıklar hep vardır ve zenginliktir.
Şehirlerde ‘ kuşluk vakti’ yoktur mesela ve köylerde de ‘ çay saati’ komik olur.
Lisanın dil babında en önemli farklılığı da konuşma dili ile yazı dili arasındadır.
Ve kültürün / hayatın / uygarlığın gelişmesi – evrilmesi ya da tam tersi olarak devrilmesi ( ki kültür en önce lisan üzerine inşa edilen ve yaşayan gelişen bir şeydir ) kültürün / hayatın / uygarlığın gelişmesi – evrilmesi ya da tam tersi olarak devrilmesi konuşma dili ile yazı dili arasındaki makasın daralması ile olasıdır.
Konuşma dili ile yazı dili arasındaki makas yazı dili lehine geliştikçe, gündelik hayat / kültür / hayatın ta kendisi ve uygarlaşma gelişir, serpilir dal budak sarar, bütün alanlarında hayatın yeni karşılıklarla ilerler uygarlaşma hızlanır yeni ufuklara kanat açılır.
1980’lerden beridir Türkiye ve KKTC’inde ne yazık ki, gördüğümüz, duyduğumuz okuduğumuz gibi konuşma dili ile yazı dili arasındaki makas konuşma dili lehine kapanmakta, bunun devamı halinde iflâh olamamak gibi bir dert gelir halkın, milliyetin, milletin ve dahi devletin başına.
Konuşma dili yazı diline galebe çaldığında kültür / hayat ve uygarlaşma süreci evrilemez tam tersine devrilir.
Dili devrilen bir yaşamın yarını yoktur desem yeridir.
Bir virüs gibi anonnim / sanal medyada, televizyon kanallarında, yazılı basında ve entelektüel olmak için yola çıktığını iddia ederek ama fakat entel aşamasında çakılı kalanlarda her geçen gün geometrik olarak katlanan bu hastalıklı, bu sakat eğilim ne yazık ki halkı da sakatlamaktadır.