İnsanın başkalarının aklıyla yaşaması tam tamına sürüye takılıp gitmesi anlamına gelir. Budurum bir toplumsallaşmışlık durumu değil, bir toplumsallaşamamışlık durumudur. Toplumsalyaşam insan türünün zorunlu yaşam koşuludur ama önemli olan topluca biryerde bulunmak değil toplumsal insanın bilincine ulaşmış olmaktır. İnsanın kendi başına düşünebilmesionun ancak gelişmiş birbilince ulaşmış olmasıyla olasıdır. Yetkin bilincin varlığını sağlayan güç bilimin, sanatın ve felsefenin gücüdür. Kendibaşımıza düşünmeyetkinliğine ulaşamadığımız zaman birilerinin aklınagereksinim duyarız ya dadaha geniş çerçevede toplumsal ortak akıl’a bağlanırız. Böylesi bir aklın özünü de görenekler oluşturur.
Görenekler ahlakı verimsiz ahlaktır, yasaklar ahlakıdır, kalıp ahlaktır, eli sopalı ahlaktır. Bu ahlak özgür ahlakın karşısına bir bekçi gibi dikilir. Eğitim koşullarının yetersiz olduğu toplumlarda insanlar ortak ahlaka bağlanmak durumunda kalırlar. Ortak ahlaka bağlanırlar ya dabağlanmış gibi yaparlar.
Kültürden beslenmeyen yetersiz ortak ahlak bir süre sonra şizofrenik özelliklergöstermeye başlar. Şizofrenide temel özellik dünyayla bağlarınkopmasıdır, dünya algısınınbozulmasıdır. Şizofren kişigerçeklik duygusunu büyükölçüde yitirmiştir. Bu kişiilkel bir dünyada yaşar.Onun mantığı genel insan mantığına uymaz. Onun duygu dünyası sönük ve kargaşıktır. Şizofren yapmacıklıdır, gevezedir, dinlemeyi bilmez, daha çok soyut sözcüklerle konuşur, sorulara yandan karşılıklar verir.
1911’de Bleuler’in belirlediği ve adlandırdığı, 1927’de Minkowski’nin gerçeklikle canlı bağların yitirilmesi diye tanımladığışizofreni de, XIX.yüzyılın sonlarında Kraeplin’in saptadığı paranoya da bazı karşıt görüşlere karşın organik dayanağı olmayan hastalıklardır. Her iki ruhsalbozuklukta da yaşamın güçlüklerine ayak uyduramamak belirleyici oluyor. Yaşamın altındaezilip kalmak diyebilirizbuna. Olan bitenin tek suçlusu olarak görenekleri görmek elbet yanlış olur.
Asıl bozucu kaynak toplumdaki eğitiminyetersizliğidir. Cahillikarttıkça göreneklerinbaskısı artar. Sağlıklı bir eğitim düzeni oluşturmadan toplumu ya da toplumdakibireyleri hastalıklarından arındırmak olası değildir.
Eğitim çöküntüye uğradıkça, eğitimde çöküntü çöküntüyü yarattıkça, eğitim alanlarıyeterice eğitilmemiş insanların elinde kaldıkça ve bu insanların boş öngörüleriyle her gün iyileştirme adına bir takım anlaşılmaz değişikliklere uğratıldıkça toplumu hastalıklarından arındırmak olası değildir.
Bilinç bozulmasının başlıca nedeni ulusal çerçevede hızlı ya da ölçüsüz nüfus artışı ve bu artışla gelen “kültürdönüşümü”dür. İç göçle şiştikçe şişen büyük kentlerde iktisadi ve toplumsal koşullar hızla kötüleşirken eğitim her gün biraz daha çökmektedir. Bu gibi durumlarda kurumlar yavaş yavaş bütün olarak çatırdamaya başlar. Cahil olduğuna inanmayan, yarıcahil olduğunu bile kabul etmeyen insanlar herşeyden, bu aradafelsefeden, bilimden,sanattan, siyasetten sorumlu olurlar. İnsanlar yetkin bilince ulaşamadıklarında mutlu olma hakkını ya da huzurluolma hakkını eldeedemedikleri gibi ahlaki tutarlılıklarını koruma gücünü de gösteremezler.
Bir zaman görenekler ahlakına dayanarak yaşamlarını sürdürmüş olan insanlar bir zaman sonra her türlü ahlakla, bu arada görenekler ahlakıyla da sorunlu duruma gelirler.
Tanımlamaya çalıştığımız buinsan tarihin dışına düşmüş insandır, tanımlamaya çalıştığımız bu toplum gerçek anlamda tarihçileri olmayan, tarih dendiği zaman çok başka şeyler anlamaya eğilimli olan bir toplumdur. Mircea Eliade şöyle der: “İlkel toplumlarıda tarih oluşturmuştur, azçok kaba bir biçimde de olsa. Ama onları modern toplumdan iyice ayıran şey tarih bilincinin olmayışıdır.” Afşar Timuçin