Birkaç gün önce bütün dünya, “Dünya Çocuk Günü”nü kutladı. Hatta çocuğa verilen değer daha bir ön plana çıktı denebilir.
Her ne kadar da “Dünya Çocuk Günü” 1 Haziran’da kutlansa da, ben yine de çocukla savaşın ilişkisini bugünkü köşeme taşımak istedim.
Dünya Çocuk Günü nasıl meydana geldi ve insanların hayatında bir anlam kazandı, ona bakmak lazım.
1925 yılında Cenevre’de “çocukların refahı için” yapılan konferansla kabul gördü. 1959 yılında da çocuk hakları bir bildiri ile, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi ve artık bu anlamlı gün, bütün ülkelerce kutlanmaya başladı.
Bu gün için yapılan kutlama görüntülerine bakınca şu düşünceler geçiyor aklımdan:
“Keşke bütün çocuklar bugünkü gibi mutlu olsalar. Hiçbir savaşı yaşamasalar, anne babaları ölmese ve hep mutluluk tablosu çizseler” diyorum.
Hayat gerçeğinde bu mümkün olamıyor maalesef. Çok küçük yaşta anne veya babalarını kaybeden çocukların her zaman bir tarafı yarım kalmıştır. Babasız çocuklar bütün hayatları boyunca karşılarına çıkan her adama “baba” demek ister, annesiz kalan çocuklar da karşı karşıya geldikleri kadına “anne” demek ister.
Çocuk hakları filan deriz de, savaş yüzünden onların ne kadar büyük travmalar yaşadıklarını idrak etmeyiz. Savaş geçirmiş toplumlarda çocukların yaşadığı o ağır ve kabul edilmez görüntüler, bombalardan yıkılan enkazlar altından çıkan, bir lokma ekmeği bölüşmek zorunda kalan o zavallı çocukların psikolojilerinin ne denli bozulduğunu anlayamayız.
Mesela son Ukrayna-Rusya savaşında annesini ve babasını kaybeden çocukları düşünün. O zavallıcıklar ne büyük acılar çekmişler ve hala çekmektedirler.
Bir gün herkes gibi o çocuklar da büyüyecek ve özlem ve acıları ile yaşayacaklar.
Hayat boyunca onların karınlarını doyurabiliriz... Sırtlarına başlarına yeni giysiler giydirebiliriz ama onların yürekleri her zaman aç kalır. Hep sevgi arayıp dururlar.
Bazen televizyonlardaki aile dramlarını izlerken, kendi öz evladını cami avlusuna bırakıp giden ve kendine yeni bir hayat kuran kadınların yıllar sonra gerçek annesini arayan çocuk iz sürünce, bir de utanmadan televizyon kameralarının karşısına geçip “yavrum” diyebiliyorlar.
Bazı mahalle kadınlarının kullandığı bir söz vardır, bu türdeki kadınlar için.
“Şu kadının bütün hayatı boyunca donu elinde gezdi” derler.
Bu ifadenin anlamını kavramışsınızdır herhalde. Esasında söylenen veya kullanılan bu söz, fahişelik anlamında kullanılıyor. Argo olarak kullanılsa da yerinde bir ifadedir.
Besleme verilen çocukların bir de kendi iç dünyalarındaki hesaplaşmaları vardır.
Bir kadının evlat sahibi olması için ille de doğurması gerekmez. O bağlamda besleme alıp yetiştirdiği evladının başarılarını gören bir annenin heykeli dikilmelidir bence. Doğurmak marifet değildir. İnsan olmaktır önemli olan.
Savaşla çocukların ilişkisini irdelerken, İkinci Dünya savaşı geliyor aklıma. Hitler diktatoryasının kıyımları ve ölüm çukurlarında yok olan o masum yavruların hayalleri...
İnsan nasıl bu kadar zalim olabiliyor? Mesela Hitler’in çok önemli bir projesi vardı. O da, “Alman ırkından süper beyinler üretmek”ti. O nedenle yüzlerce küçük Alman çocuğunu ailelerinden kopartarak onları bir manastıra hapsetmiş ve özel eğitime tabi tutmuş. Aklınca süper beyinler üretecekti katil Hitler. O zavallı çocuklar anne babalarının sevgisinden yoksun ve baskı altında eriyip gittiler savaşın içinde.
Sakın Amerika’nın atmış olduğu bombaları unutmayın. O bombalarda hayatlarını kaybeden çocukları da unutmayın.
Hiroşima ve Nakazaki’ye atılan atom bombalarından binlerce insan yok olup gitti. Sanırım o yok olanlar arasındaki çocuk sayısı, en az üçte bir oranındaydı. Lakin hala bu atom bombalarının atılış yıl dönümünde bütün Japonlar sinagoglara doluşup milyonlarca mum yakarlar yakınlarının ruhları için.
“Dünya Çocuk Günü” kutlamalarında bütün bu hayat gerçeklerini bilerek ve anımsayarak çocuklara gereken sevgi ve ilgi verilmelidir. Kim bilir o törenlere katılan kaç yüz tane çocuktan nice milletvekili, Cumhurbaşkanı ve bilim adamı çıkacak.
Yani çocuk demek, mutlu bir gelecek demektir, insan olan için.