Rumların tek taraflı olarak bazı geçiş kapılarını kapatması, “Kıbrıslı Barışseverler” grubunun eylemine dönüştü. Evvelki gün Lokmacı ve Ledra Kapıları’nda gerçekleşen 700 kadar kişinin eylemi, gerçekten etkileyiciydi diyebilirim.
Verilen haberlerden öğreniyoruz... Aynı görüşü taşıyan aktivistler, dört geçiş noktasının kapatılmasını protesto ederlerken şu sloganları attılar.
“Tüm barikatlar kalksın, adaya barış gelsin.”
Kıbrıslı Rum aktivistler de şu pankartları açtılar:
“Ne toprak, ne de su. Ayrılmayı kabul etmeyiz.”
Rum aktivistler üç dilde açmışlar bu son sloganı.
Türk aktivistlerin açmış olduğu şu slogan da hayli ilginç ve düşündürücüdür.
“Anastasiadis Taksim’e koşuyor. Onu durdurun!”
Rum polisinin kullandığı coplar, biber gazı ve daha nice tazyikli su, gerçek barışın ve yeniden birlikte yaşamanın sembolleri mi?
CTP’li milletvekili ve siyasilerin yer aldığı eylemin perde arkasındaki destekçilerin, yine CTP ve TDP’lilerin olduğu anlaşılıyor.
O eylemde hiç beklenmedik bir olay oldu. O da, Ekonomi ve Enerji Bakanı Hasan Taçoy’un eylem noktasına gidişi ve oradan uzaklaşıncaya kadar kendisinin yuhalanması.
Hasan Taçoy oraya neden gitti? Bu eylemcileri dağıtmak için mi, yoksa “haklısınız” demek için mi gitti. Bence o gidiş tam anlamsız ve yersizdi. Taçoy’un eline ne geçti oraya gitmekle? Kocaman bir hiç.
Şimdi gelelim esas meseleye...
Bu eylemcilerin “Birleşik Kıbrıs” veya “Korkuya ve Bölünmeye Karşı” hareket ve pankartları bizi eskiye döndürebilecek mi? Veya şu sayıları bin bile olmayan aktivistlerin idealleri gerçekleşecek mi?
Artık köprülerin altından çok sular aktı geçti. Eski veya “bölünmeye” yeniden dönüşün mümkün olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu bölünmenin sorgulamasını Rumlara yapmak lazım.
Şayet 1 Nisan 1955 tarihinden başlanarak, yani EOKA’nın faaliyete geçtiği günden bugüne kadar bütün olayları kronolojik olarak sıralar ve geldiğimiz noktanın muhasebesini yaparsak, artık bu halkın bundan sonra içiçe yaşayamayacağı gerçeğini koyarız ortaya.
Türklerin ilk göçü 1958’lerden başlar. 21 Aralık 1963 olaylarından sonra da tam 103 Türk köyü göç durumuna düşürülmüştür. Bu insanlar neden kendi köylerini, evlerini, bağlarını, tarladaki bütün ürünlerini arkalarında bırakarak daha güvenli yerlere göç ettiler? Bunun cevabı gayet basittir. Can güvenliği için. Kaldı ki bu aktivistler gibi düşünen birçok Türk, “Rumlar bize birşey yapmazlar, onlardan bize zarar gelmez” diyerek yollara düşmüşler ve normal bir hayatı yaşamak istemişlerdir. Lakin o yollara düşen Türklerin toprak altına gömülen cesetlerinden arta kalan kemikleri, Kayıplar Komitesi’nce ancak 50 yıl sonra ailelerine geri dönebilmiştir.
1974 Mutlu Barış Harekatı mı? Kalıcı bölünme mi? Karşılıklı Nufüus Mübadele Anlaşması mı? Savaşsız bir ülkede içiçe yaşamak mı?
Şayet 15 Temmuz 1974’te Rumlar kendi aralarında silahlı bir kavgaya girmeselerdi, şayet Makarios’a bir darbe düzenlenmeseydi, bu ada bölünecek miydi? Bölünmeyecekti. Bölünmeyecekti ama Rumlar bildikleri yolda yürümeye devam edecekler ve Türkleri yok etmek için her türlü yönteme baş vuracaklardı.
Türk askerinin adaya gelmesini en çok isteyen, elbette ki canı yanan, canından, malından, özgürlüğünden, işinden gücünden olan insanlardı. Lakin Rumlar hiç rahat durmadılar. 15 Temmuz darbesi göstermiştir ki, Rumlar Girit misali adadaki bütün Türkleri bir gecede yok edeceklerdi. İşte Türkiye, anlaşmalardan doğan garantörlük ve adaya askeri operasyon yapma hakkını kullanarak adadaki soydaşlarının canını ve malını kurtarmıştır.
Koca Denktaş canını yedi bir şerefli barış olsun diye ve bunu, Rumların olumsuz zihniyet ve tavıları nedeniyle gerçekleştiremedi. Kıbrıs Türkü’nün öyle bir lüksü olamazdı, çözüm için Rumların gönüllerinin olmasını beklemek saflık olurdu. Tıpkı şimdiki durum gibi...
“Birleşik Kıbrıs” veya “Korkuya ve bölünmeye” karşı olan bu küçücük grup bundan sonra hep hayalleri ile yaşayacak ve bu adada, Rumların beyinleri değişmediği sürece, barış ve huzur olmayacak. Bu ve buna benzer kaç yüz tane olay yaşadık hiç hesapladınız mı?
Türk kayıp eşlerinin ve çocuklarının kaç yüz tane muhtıra verdiklerini anımsamıyorum, BM yetkililerine. Sınır kapılarında o acılı insanlar eşlerinin ve oğıullarının hesabını sordular ama hiçbir cevap alamadılar. Ve şimdi de “eskiye dönelim” diyorlar.
Hadi canım siz de...
Rumların kafası değişmedikçe bu adada barış olmaz kardeşim, olmaz. Yani gerçek barış, beyinlerde biter. Öyle değil mi?