Epeyce önce Fransa’da yaşanan bir tartışmayı anımsıyorum. Beni çok etkilemişti. Tartışma, Fransa’nın edebiyata yeteri kadar yansımadığı/yansıtılmadığı yönündeydi.
Gerçekten de edebiyat ile toplumsal bellek arasında bağlantı vardır. Edebiyatın, toplumsal belleğin başlıca unsurlarından biri olduğu da söylenebilir.   
İnsanlar, anlatılarını yüzyıllarca kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktardılar. Toplumsal bellek o aktarımlarla beslendi. Artık yazı ile birlikte teknolojik olanaklarla aktarımlar yapılıyor. Hem de çok hızlı biçimde ama ne yazık ki çoğu kez kaynaksız ya da güvenilir kaynağı yok!  
Kıbrıs Türkleri’nde toplumu etkileyen olaylar, doğal afetler (ve bunun gibi) için yazılan bolca destanlarla ağıtlar var. 
Devlet Hastahanesi’nde doğup da yoğun bakımda tutulan yedi bebeğin mamasına, su yerine tıbbî alkol konularak birinin ölmesi, diğer altı bebeğin yaşamsal tehlikeye girmesi aklın mantığın yanıtlayamadığı rezalet/skandal bir olay/durumdur.  
Böyle bir rezaletin/skandalın edebiyata yansımaması gibi bir durum düşünülemez. Olaydan öyküler, hatta roman da çıkmalı, şiirler yazılmalı! Hepsi olmalı. Yaşanan olay toplumsal belleğe iyice kazınmalı!
Orkun Bozkurt (oğlum) da yedi bebek için muhteşem bir şiir kaleme aldı. Bu güzel şiiri paylaşmam gerektiğini düşündüm. “Dokuzuncu Kapı” başlıklı şiir aynen şöyledir:

I.
yedi ana doğurdu aynı şafakta
yedi nur topu, yedi can parçası
her biri bir yıldızın küçük kardeşi
her biri sütün ve balın çocuğu
annelerin göğsünde yedi bahar
gökyüzünde yedi müjde
ve melekler sayıyordu
doğan her nefesi.

II.
ak mermer sarayda
dokuz kapı vardı, dokuz kilit
dokuzuncusunun ardında
ölüm ve yaşam
aynı kadehi paylaşırdı.
unutkan bir kâhin
körleşmiş gözleriyle
karıştırdı kadim şişeleri:
birinde yaşam suyu
diğerinde karanlık iksir
ejderha kanıyla karışık
cehennem çiğinden damıtılmış.

III.
Yedi beşikte yedi rüya
yedi anne duası yarım kaldı
biri söndü önce, minik kandil
gece yarısı bir yıldız kaydı
diğer altısı titredi durdu
yaşamla ölüm arasında
ne gökte ne yerde
bir yerde.

IV.
Yas tuttu dört mevsim
karlar erken düştü dağlara
çiçekler açmadan soldu
kuşlar sustu dal uçlarında
yıldızlar ağladı gökte
ay tutuldu kara bulutlara
ve yedi ana haykırdı birden:
- Kim çaldı bebeklerimizin uykusunu?
- Kim zehirledi süt pınarlarını?
- Kim kırdı yaşam çemberini?

V.
Mermer sarayın kulelerinde
altın tahtında uyuyan krallar
ve zümrüt cübbeli vezirler
sustular, sustular, sustular...
Yalnız anneler konuştu
yalnız babalar bağırdı
ve toprak titredi
yedi mezar hazırlandı:
altısı boş kaldı şimdilik
biri doldu erkenden
minik bir tabutla.

VI.
Kör kâhinler meclisi toplandı
suçu birbirine attı herkes
kimse "benim" demedi hataya
kimse eğmedi başını yere
ve anneler bekledi kapıda
elleri böğürlerinde
gözleri can evinde
yürekleri dağlanmış.

VII.
Yedi mum yakıldı tapınakta
biri söndü, altısı yanıyor hâlâ
her birinin alevi titrek
her birinin dumanı kara
ve zaman durdu o gece
saatler işlemez oldu
takvimler unuttu ayı yılı
yalnız acı işledi kadim taşlara.

VIII.
Şimdi yedi tepede
yedi ağıt yankılanır
biri tam, altısı yarım
ve toprak fısıldar durur:
"Unutan unutulacak
susan silinecek
ve her yanlış
bir canı alacak."

IX.
Ey kadim zamanların
körleşmiş bekçileri
bilin ki her damla zehir
bir cennet bahçesini kurutur
ve her suskunluk
yeni bir mezar kazar
masum düşlerin toprağına.
Her "yanlışlık" ardında
bin doğrunun ölümü yatar
ve her "unutuş"
yeni bir ağıtın başlangıcıdır.

X.
Ve anneler bekler hâlâ
mermer sarayın kapısında
elleri duada, gözleri yaşta
altı candır titreyen
yaşamla ölüm arasında
ve bir küçük melek
çoktan göçtü yıldızlara
ardında bırakıp
yarım bir ninniyi
ve yedi annenin
parçalanmış yüreğini.
(31 Ekim 2024, 20.36 - 
Ortaköy, Lefkoşa)