İsmail BOZKURT
Lise öğrencisi olduğum yıllardan başlayarak değişik gazetelerde, 2008 yılından bu yana Vatan’da yazılarım çıkar. Bir kısmını “Puşkin’in Ağacı”nda kitaplaştırmıştım.
Son zamanlarda, kitaplaştırsam mı diye düşünerek fırsat buldukça eski yazılarıma yeniden bakıyorum. Karşıma çıkan, Sayın Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde, 2008 yılında Vatan’da çıkan “HER KAFADAN BİR SES” başlıklı yazım bana ilginç geldi. Yayımlandığı günü bulamadım. Bulabilirim ama zaman ister ama bunun çok da önemli olduğunu düşünmüyorum.
Bu yazımı paylaşıyorum:
“HER KAFADAN BİR SES
Başlıktaki deyimi, daha önce de yazılarımda birkaç kez irdelemiş; “kaos,” “kargaşa,” anlamını taşıdığı halde, demokratik anlayış bakımından bir “doğru”yu ifade ettiğini vurgulamıştım. Bu görüşümde içten ve ısrarlıyım. Gerçekten de demokrasiden söz edilen her yerde, herkes düşüncesini özgürce ifade edebilmeli, bu bağlamda başkasının düşüncelerini hoşgörü ile karşılamalıdır.
Ne var ki bu “doğru” başka bir “doğru”yu götürmemelidir.
Elbette ki bir toplumun doğrudan varlığını ilgilendiren konular da tartışılacak! Elbette ki herkes düşüncesini söyleyebilecek! Söyleyebilmeli! Ancak, demokrasinin diğer doğruları olan “diyalog” ve “uzlaşma” da olabildiğince zorlanmalı, düşünce birliği sağlanmaya çalışılmalı, birlikte de birşeyler söylenebilmelidir.
SIRITAN DİYALOGSUZLUK
Geçen hafta, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’e bilgi vermesinden sonra yapılan açıklamalar, bir kez daha kritik bir aşamaya gitmekte olan Kıbrıs sorunu konusunda “diyalogsuzluk” olduğunu, doğal olarak uzlaşma da olmadığını ayan beyan ortaya çıkardı. Toplantıdan sonra yapılan açıklamalar, hem çelişkili olmaları, hem güvensizlikle diyalogsuzluğu göstermeleri açısından ilginçtir.
Başbakan Sayın Ferdi Sabit Soyer, çalışma grubları ile teknik komiteler bağlamında ve sorunun bütünü konusundaki çalışmalar hakkında detaylı bilgiler verildiğini ve bu bilgilerin “oldukça yararlı” olduğunu söylerken; UBP Genel Başkanı Tahsin Ertuğruloğlu bu açıklamayı yalanlarcasına “büyük ölçüde bildiğimiz konular aktarıldı” demekte; TDP milletvekili Sayın Mustafa Akıncı “Cumhurbaşkanı’nın basında bilinen ve konuşulanları anlattığını” söyleyerek Ertuğruloğlu’nu doğrulamaktadır.
GELİNEN AŞAMA NE?
Konunun özüne ilişkin söylenenler de büyük farklılıklar göstermektedir.
Sayın Soyer “gelişmeler şu anda önemli bir merhaleya gelmiştir” derken; Sayın Ertuğruloğlu “var olan endişelerin teyit edilmiş olduğunu;” Sayın Akıncı “konunun daha çok başlarda ve yeni olduğunu,” “çalışma grubu ve teknik komitelerdeki çalışmalar(ın) daha çok ham olduğunu,” Hükümet ortağı ÖRP’nin Genel Başkan Vekili, Çevre Ve Doğal Kaynaklar Sayın Mustafa Gökmen “çalışmaları sürdüren komitelerde birkaç başlıkta sıkıntı olduğunu;” Sayın Serdar Denktaş, tehlikeli bir yola doğru gidildiğini söylemiştir.
SÜRECİN DEĞERLENDİRİLMESİ KONUSUNDA DA FARKLILIKLAR
Parti liderleri/temsilcileri, sürecin kendisini de çok farklı biçimlerde değerlendirdiler.
Sayın Soyer, “siyasi eşitlik, iki bölgelilik ve iki kurucu devletin ortaklığına dayalı BM parametrelerine bağlı çözüm” sürecinden söz ederken; Sayın Gökmen mülkiyet, nüfus gibi konularda sorun göründüğünü, ancak TC kökenli vatandaşlar konusunda “endişe edilecek bir durum” olmadığını söylemiştir.
Muhalefetin süreçle ilgili değerlendirilmeleri de iktidardakilerden çok farklıdır:
“İşittiklerinden, var olan endişelerin teyit edilmiş olduğunu” ifade eden Sayın Ertuğruloğlu, “8 Temmuz yanlışının devamından başka bir şey olmayan bir süreç içine girildiğini,” “Kıbrıs Türk tarafının hazırlıksız, dağınık ve ciddi tecrübe eksikliği taşıyan ekiplerle bu süreci götürmeye çalıştığı(nı) ve kırmızı çizgilerin de bulunmadığını;” Sayın Akıncı sağlıklı değerlendime için erken olduğunu; Sayın Serdar Denktaş tehlikeli bir yola doğru gidildiğini ve “dinlediklerinin kendisini ürküttüğünü” söylemiştir.
Bunlara ek olarak, Sayın Ertoğruloğlu sürdürülen sürecin “40 yıldır denenen ve başarısızlığı tecrübeyle kanıtlanmış bir prosedürün devamı olduğunu, Hristofyas’ın Papadopulos’tan farklı olmadığını vurgulayıp olayın kişilere bağlı değil çok daha büyük bir olay olduğunun yaşanarak anlaşılması ve uluslararası camianın yeni bir sayfa açma gereğini hissetmesi beklentisini dile getirirken; Sayın Serdar Denktaş, şu anda görüşmeleri götüren ekibin “bir CTP aile fotoğrafı” olduğunu, “CTP dışındaki kesimlerin hasasiyetlerinin” gözönünde bulundurulmadığını, “günün sonunda bizden olanlar ve olmayanların iç çatışmasına kadar gidebilecek bir durum” ortaya çıkabileceğini söyledi.
SONUÇ OLARAK
Yukarıda aktardıklarım gazetelerde çıktı. Bunları bir daha yinelemenin anlamı ne diye sorabilirsiniz.
“Şu bizim halimiz”i çok güzel yansıtıyor bu açıklamalar! Onun için, bir daha üzerinde düşünülsün istedim.
Önümüzdeki Perşembe günü, Meclis bir daha toplanacak ve bu kez partiler görüşlerini açıklayacaklar.
Öyle görülüyor ki bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, ortak bir istenç aranmayacak! Hatta (öyle sanıyorum ki) böyle bir konu gündeme bile gelmeyecek! Yalnızca partiler bir kez daha görüş ve politikalarını tutanaklara geçirmiş olacak!
Yazık! Böyle olmamalı!
Evet, “her kafadan bir ses” demokrasinin gereğidir, ama demokrasi yalnız bu değil ki! “Birlikte birşeyler söyleyebilmek” de demokrasinin erdemlerindendir.
İşte Güney komşumuz! Birlikte (az değil) çok şey söyleyebilmeleri, erdemsizlik mi oluyor, yoksa demokrasilerine gölge mi düşürüyor?
ÖNEMLİ NOT:
Bu yazı, Meclis toplantısından hemen sonra, Hristofyas’ın sözcüsü Stefanu’nun, Hristofyas’ın diyalogta zorluklar bulunduğunu değerlendirdiği yönündeki açıklaması; Hristofyas’ın “zemin hazırlamak için uzmanlar arasında görüşbirliği bulunabilmesi amacıyle Kıbrıs sorununa ilişkin doğrudan görüşmelerin kısa bir süre ertelenmesi talebini Talat’a ileteceği” haberi ve Hristofyas’ın, “açıkça söylemek isterim ki teknik komite ve çalışma grublarının çalışmalarında ilerleme olmadan Kıbrıs sorununun çözüm müzakerelerinin başlamasını hiçbir şekilde taahhüt etmedik” biçimindeki açıklamasının haberleşmesinden önce kaleme alındı.
Ne dersiniz?
Acaba Meclis’te “havanda su mu dövülüyor?”
YORUMA GEREK YOK
2008’de yayımlanan “HER KAFADAN BİR SES” bu kadar!
Sık sık dile getirdiğim bir saptamam vardır: Bu ülkenin temel sorunu “siyaset”tir, “siyaset kurumu”dur. Siyasettir, siyaset kurumudur çünkü siyaset asli görevi/işlevi olan sorun çözme becerisini/niteliğini yitirmiş olup sorun çözmeyen/çözemeyen siyaset kurumumuzun kendisi, başlı başına bir sorundur.
2008’de yani on üç yıl önce yazılan yukarıdaki yazının, yalnız o günün değil, günümüzdeki “halimiz”i de güzel yansıttığını düşünüyorum. Hem, Meclis’te “havanda su dövülmesi” ve “diyalogsuzluk,” bugünün olduğu kadar dünün de sorunu imiş.