Kıbrıs Türkü’nün var oluş savaşına katkı koyan değerli insanları anmak, herhalde bir diğer vatan borcudur.  Örneğin bir Dr. Küçük’ü, bir Denktaş’ı, Osman Örek, Ahmet Mithat Berberoğlu, Fazıl Plümer, Dr. Niyazi Manyera ve  Dr. Burhan Nalbantoğlu gibi dava adamlarını anmak gerçekten milli bir görevdir.
Bana göre iz bırakanları ve onun yanında milli davaya katkı koyanları anarken, “Bu bir vefa örneğidir” diye yorumlarız.
Dr. Küçük’ün Anıttepe’deki mezarında her yıl kalabalık bir halk ve devlet ileri gelenleri tarafından anılması çok anlamlıdır.  Denktaş’ın da aynı heyecanla anılması var.
Bu iki dava adamının ötesindeki insanlar neden çok kalabalık bir halk tarafından anılmazlar, hep düşünmüşümdür.
Belki bazı kişiler şu soruyu soracaklardır!
“Bu davaya sadece onlar mı katkı koydu?”
Bu da doğru bir sorudur bana göre.  Lakin unutmamak lazım ki, bir Dr. Küçük  bir liderdi ve toplumun da ideallerini ve de bayrağını  taşıyan bayraktarıydı.
Bir hatırlayın bakalım 1955’li yılları... Bir hatırlayın bakalım 21 Aralık 1963 olaylarını...  Bir hatırlayın o getto hayatımızı ve cephede ölümüne sıkılan kurşunları.  Ve 20 Temmuz’u, o sıcak savaşı hatırlayın...
Zaten gerçekçilik ilkesinden hareketle, bu davaya baş koymuş insanların “göstermelik” anılması, bir yerde anlamsız sayılır.  Onları sürekli gençliğe tanıtacak yazılar yazılmalı ve seri konfernaslar verilmelidir.  Okullarda yeni yetişen gençler ismini saydığım ve sayamadığım değerlerimizi ne kadar tanırlar?
Bazen bana sorarlar!
“Dr. Küçük’le Geçen Günlerinizi yazdınız da, neden Denktaş’la ilgili anılarınızı yazmadınız?”
Esasında Dr. Küçük’ü yaşatamak adına otuz yılda bitirdiğim kitabı topluma armağan ederken, hep kafamda onun hatıraları ve gelecek nesillerin bilmesi gerekenler vardı.
Rauf Denktaş mı?
Onun kitabı da hazır ama henüz onu basma imkanım olmadı maalesef.  Elbet o da bir gün hayat bulacak.  Neden Denktaş?
Onun da bu davaya koyduğunu büyük katkıları inkar edemeyiz.  Bugün var olmuşsak, Ulusal Lider Dr. Küçük ve Rauf Denktaş’a borçlu olduğumuzu ifade edebilirim.  Dr. Küçük’ün köy köy dolaşması, mağaralara ve göçmen çadırlarına sığınan insanlarla ağlaması, cephedeki mücahite yürek vermesi unutulamaz.  Veya Denktaş’ın köhne bir balıkçı teknesi ile adaya gizlice çıkışı...
Şöyle  anılarımı kaşıdığımda aklıma Osman Örek, Dr. Burhan Nalbantoğlu, Fazıl Plümer, Dr. Niyazi Manyera, Dr. Necdet Ünel ve Ahmet Mithat Berberoğlu gelir.
21 Aralık 1963 olayları, beni bu insanlarla buluşmayı gerektirdi.  O meş’um günde insanlar deli divane gibi, yersiz yurtsuz ve vatansız kaldıklarında Dr. Küçük’ün sarayındaki arka bahçeye bakan camlı salona sığınmışlar ve, sarılmışlardır. 
“Hepimiz birşeyler yapmalıyız Makarios ve Rumlara karşı” demişler ve kaleme
Genel Komite kurulduğunda hasbelkader biz de o Komite’nin bir parçası olduk ve bu değerli insanlarla geçen acı dolu günleri birlikte yaşadık.
Rauf Denktaş BM Güvenlik Konseyi’nde bir konuşma yapmak için ada dışına çıkınca Rumlar onu “istenmeyen adam” ilan etmişlerdi.  Denktaş kapağı Ankara’ya atmak zorunda kalmıştı.  İşte o üç buçuk yıllık dönem, Dr. Küçük ve arkadaşlarının yaşadığı en acı dönemlerdi.
Bir gün Dr. Burhan Nalbantoğlu mücahit elbiseleri içinde gelmişti Genel Komite toplantısına.  Belinde tabancası vardı.  O kadar milliyetçi ve o kadar ateşli bir insandı rahmetlik.  O heyecanı bize, Dr. Burhan Nalbantoğlu Genel Hastanesi’ni kazandırdı.
Osman Örek ise, o mükemmel İngilizcesi ile bütün protesto telgraf ve raporlarını, şikayet mektuplarını yazardı. 
Tabii ki ülkemizin yetiştirdiği değerlerden Semih Sait Umar’ı da unutmamak lazım.  O zor günlerin adamlarından birisi de oydu.  Müthiş kalemi ve İngilizcesi ile İngilizce yazılar yazar, protesto telgrafları ile Rumları deli divane ederdi.
Bazı insanlar Ahmet Mithad Berberoğlu’nu CTP’nin kurucusu olduğu için yanlış yorumlarlar veya onun mazisine farklı bakarlar.  Halbuki Berberoğlu, Kıbrıs Türkü’nin davasının ilk kıvılcımlarında Selimiye Meydanı’nda halka hitap eden genç bir avukattı o zaman, 1948-49’larda.  Genel Komite’de en ateşli yazıları o yazdı.  Lakin eleştirdiği için onu yanlış anladılar.  Berberoğlu çok değerli bir dostumdu Allah rahmet eylesin.  Yıllar sonra kendisi ile 1990’lı yıllarda merkez postahanenin kutuları önünde buluştuğumuzda kendisine sormuştum.
“Hatıralarınızı yazdınız mı?” diye.  O da bana “Yazıyorum.   İlk fırsatta onları yayınlayacağım” demişti.  
Berberoğlu gitti, hatıraları tozlu raflarda kaldı.  Ben buradan ailesine onun vasiyetini aktarıyorum.  Mutlaka hatıralarını yayınlayınız.
Bakınız iz bırakan insanları yazarken neler gelmiş aklıma...
Gerçekte bu insanların hayatı birer roman olacak niteliktedir.  Bazılarının hayatı kitaplaşsa da, maalesef bazılarının hayatı kitaplaşmadı.
Geçen gün Dr. Burhan Nalbantoğlu mezarı başında anılırken, eminim yeni nesiller, “Kimdir bu adam?” sorusunu sormuşlardır.
İşte onun için anılarımızı gençlere hatırlatıyoruz.  İz bırakanları, bu davaya kan ve can verenleri unutmamak gerekir.
İz bırakanlar kervanı çok uzundur.  Bir zincir gibi, uzayıp uzayıp giden bir halkalar...  Kimi dışarıda bırakayım?  Bir İsmet Kotak’ı mı, bir Özker Yaşın ve Nevzat Karagil’i mi?  Bir Kenan Coygun’u, bir İsmail Tansu’yu mu?
İşte öylesine bir şimşek çakıverdi kafamda geçmişi hatırladım ve o değerli insanların, daha anlatılır ve izlerini yeni nesillere daha etkili biçimde aktarma gerektiğini düşündüm.