Nasıl olur öyle şey? Dehşet içindeyim. Aklım almıyor. İçimden çığlık atmak geliyor. 
Devlet Hastahanesi’nde biri ölümle sonuçlanan yedi bebeğin başına gelen felaketten, anne-babaların, ailelerin ve siyasetin/toplumun/Devlet’in içine düşürüldüğü durumdan, rezaletin daniskası demek bile az gelen skandaldan söz ediyorum.  Nasıl olur gerçekten? Yoğun bakımda olan yedi bebeğin mamasına, su yerine nasıl tıbbî alkol konularak biri ölür, diğer bebekler yaşamsal tehlikeye girer? Nasıl?
Böyle bir rezaletin/skandalın ülkede yönetsel/siyasal deprem yaratması gerekir. Eğer, sorumluluktan özellikle de yönetsel/siyasal sorumluluktan kaçmayı ve sorumlulukları başkalarına, özellikle de alttakilere yüklemeyi marifet sayan mevcut yapının vijdanı kaldıysa tabii! 
***
Hastahaneler, inanın yaşama sevinci ile ölüm korkusunu, acı ile mutluluğu, olumlulukla olumsuzluğu birlikte yaşadığı yerlerdir. Zaman zaman bu durumları ben de yaşadım. Annemle babamı ve başka yakınlarımı/sevdiklerimi hastahane ortamlarında yitirdim. Birçok yakınımın/sevdiğimin, yaşama sevincine/mutluluğa hastahane koridorlarında tanık oldum. Kendim de bunu yaşadım. 
Yoğun bakımda yaşam savaşımı veren bebeklerin anne-babaları ile yakınlarına ve topluma da çektikleri onca acı sonrasında “mutlu son” dilerim.
***
26 Ocak 2016 tarihli Vatan’da “KEÇİ CAN DERDİNDE… (ÖYKÜ)” başlığıyla yayımlanmış bir öyküm vardır. Aynı hastahanenin kantininde yaşanmış gerçek bir olaya dayanıyor öykü, kurgu değil! Öykünün esası/özü olan aşağıdaki bölümünü paylaşmak geldi içimden: 
 “Karşımda, az ilerideki bir masada, ikisi kadın, ikisi erkek dört kişi hararetli bir biçimde tartışıyorlardı. Olabildiğince alçak sesle konuştuklarından ne tartıştıkları anlaşılmıyordu. Salonda başka biri yoktu.
Kahvemi yudumlamaya başladım.
Önümden geçip az ötede, karşımdaki bir masaya oturan kadın, nedense ilgimi çekti. İlgimi çekmesi, kendisine baktıran cinsinden güzel, çekici ya da sıra dışı bir kadın olduğundan değildi. Bakımsız, perişan ve bıkkın bir hali vardı kadının! Oturduğu masada öylece, sessiz durdu.  
Diğer masadaki dört kişi, seslerini giderek yükselterek tartışmayı sürdürüyordu. 
Kadın masanın üzerine koyduğu çantasından cüzdanını çıkararak içine bakmaya başladı. Küçük ama çok gözlü, çanta gibi ucuzundan bir kadın cüzdanıydı. .
Dört kişilik masadaki tartışma kızışmaya başladı. Konuşmalardan, konunun ölüme yakın yaşlı bir akrabanın malvarlığı olduğu anlaşılıyordu. Kimin ne alacağı konusunda anlaşmazlık vardı.
Kadın, kendi iç dünyasına dalıp gitmişti. Yan tarafındaki gürültülü paylaşım kavgasını duymuyor ya da umursamıyor gibiydi. Cüzdanının gözlerini tek tek elden geçirdi. Olmadı, tersine çevirerek içinde bir şey varsa masaya düşürmeye çalıştı. Her halde bozukluk var mı diye bakıyor olmalıydı.
Dört kişilik masadakilerin tartışması iyice alevlenmişti. Artık çevrelerine aldırmadan, bağıra çağıra tartışıyorlardı. Tam bir paylaşım kavgasına dönüşmüştü tartışma! ‘Sen şunu al, ben bunu, o falanı, öbürü filanı’ gibi!   
Kadın, cüzdanının gözlerini bir daha, bir daha yokladı. Yeniden tersine çevirip içinde bir şey varsa düşürmeye çalıştı. Yoktu, cüzdanın gözlerinde bozukluk da yoktu. Son umudunu yitirmiş gibi başını hafice sağa sola çevirdi.
İçim ezildi. Bir tuhaf oldum. 
Kadına daha bir dikkatle baktım. 40’larında olmalıydı. Üstünde bolca bir pantolon, bluz ve ucuz bir ceket vardı. İncecik, daha doğrusu bir deri bir kemik denecek kadar zayıftı. Biçimli ama soluk, hüzünlü, iyice süzülmüş yüzü anlamsızdı. 
Bir kahve alıp bu yalnız kadına götürmeyi, masasına oturup onunla konuşmayı, derdini paylaşmayı düşündüm, ama incitici olurum düşüncesiyle buna cesaret edemedim. 
Dört kişilik masadakiler hışımla ayağa kalkarak birbirlerine bağıra çağıra dağıldılar. Anlaşamamışlardı besbelli! Erkekler kelli felli, pahalı elbiseler içinde kat kravat, iyi giyimliydiler. Kadınlar bakımlı ve şıktı. Giydiklerinin marka olduğuna bahse girerim.  
Kadın, arkalarından onlara baktı. Yüzündeki anlamsızlık değişmemişti. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak mümkün değildi.  
‘Keçi can derdinde, kasap et derdinde’ diye geçirdim içimden! Ölmekte olan bir kişinin ardından paylaşım kavgası yapan iki kadın ve iki erkek! Ve Allah bilir, bir yakını, belki de ölmek üzere olan bir yakını hastahanede yatan, bir kahve parası bile olmayan yalnız, umutsuz, mutsuz bir kadın! Kadın boş gözlerle bana baktı. Gözlerimi ondan kaçırarak kalkıp dışarıya doğru yürüdüm.” 
***
“Koyun can derdinde, kasap et derdinde,” bilinen bir atasözümüzdür. Kötü bir duruma düşmüş, büyük zarara uğramış kimi kimseler acı içinde kıvranırken, kimilerinin de küçük yararlarını düşünmelerini ve hiç umursamadan bu durumdan yararlanmaya çalışmalarını anlatır. .
Bu atasözü Kıbrıs’ta daha çok “keçi can derdinde, kasap et derdinde” biçiminde kullanılır. Hasan Taçoy da son UBP Kurultayı sürecinde öyle kullanmıştı
Ülkede süregiden süreç, aynen atasözündeki gibi! Halk geçim derdinde, siyaset koltuk/çıkar derdinde! Son Meclis Başkanlığı seçimi de birçok yönden benzer nitelikte! 
Umarım ve dilerim yoğun bakımdaki bebekler olayı, toplum hafızasına değişik bir “bebek melekler” faciası olarak yerleşmez.
Yine umarım ki yönetim/siyaset, süreci atasözündeki gibi yönetmez, yalnız karıncaları ezmekle kalmaz, -sözde- devleri de ezerek bir başlangıç yapar. Çuvaldızı aşağıdakilere batırırken kendisine de iğne batırır. 
Yapmazsa, bunun vebali büyük olur diyeceğim de bizim bu düzende… 
Gerisine boş verin! 
***
Yazımı “Çocuk” olan başlığını ve şiir içindeki “çocuk” sözcüklerini “bebek” şeklinde değiştirerek, bir şiirle tamamlıyorum:   
BEBEK
Bebek! / affetme bizi!
sana yaktığımız ağıtlar / inkârla dolu
ve riyarkârlıklarla.
timsahları bile utandırıyor / gözyaşlarımız.
çığlıklarımız / zaten samimiyesiz
ve haykırışlarımız
kıskandırıyor / rengârenk balonları.

bebek! / affetme bizi!
bak, insanlığımıza ağlıyor
sinirden kelimeler. 
yok çünkü karşılığı / sana yaptıklarımızın!
bebek! / affetme bizi!
sakın…/ sakın… / affetme bebek!