“Ne kadar kötü gün yaşamıştık geçmişte?” sorusunu sorarak bugünkü yazımı kaleme almaya başladığımda, binlerce acı olay, binlerce mali sıkıntılar, yokluklar içinde birşeyler var etmenin ne kadar olduğu gerçeğindeki travmatik toplumsal çatışmalar geliyor aklıma...
Hani bazı eski politikacıların kullandıkları bir söz vardır.
“Geçmişini bilmeyen ve idrak edemeyen toplumlar erimeye mahkumdur.”
Bu sözün derinliklernde çok ifadeler ve çok güçlü mesajlar vardır.
İnsan bu sözün anlamını düşününce de şu soru geliyor akla.
“Ne kadar kötü günler yaşamıştık?
Mesela ilk aklıma gelen şey, Lefkoşa’dan Limasol’a giderken, Rum polislerinin bütün yolcuları Türk otobüsünten indirip, ağustos sıcağında kızgın asfaltın üstünde güneşin altında yoklamaları, sorguya çekmeleri ve otobüsteki bazı malzemeleri didik didik edişleri ve saatlerce orada tutmalarıdır.
EOKA’nın hortladığı günlerde sokak ortasında Rumların İngiliz subayları veya yardımcı Türk polisleri vurdukları zaman, acı acı örfi idare sirenlerinin çalması ve apar topar okul çantalarımızı alarak koşar adımlarla evlere hapsoluşlarımız var... Yıl, 1955-58’di...
Bir gün bir acı haber duyulmuştu... Dört tane Türk genci, Yenişehir’de köhne bir evde bomba yaparken birden bombanın patlaması sonucu dördünün de şehit oluşları var. Bu gençler; İsmail Beyoğlu, Ertan Celal, Ulus Ülfet ve Kubilay Altay’dı. O mahşeri kalabalığın omuzları üzerinde dört tane tabut...
Unutamadığım ve bende çok derin izler bırakan bir başka olaysa, İstanbul Tıp Fakültesi son sınıf öğrencisi Dr. Erol Ahmet’in, Omorfo’da hasta annesine ilaç almak için gittiği Rum eczanede EOKA’cılar tarafından çarpraz ateşle şehit edilişi var.
Daha binlercesi dedim ya... Bütün olayları buraya yazacak halimiz yok. Ama geçmişi hatırlatarak geleceğe bakmaya çalışıyorum.
Bu olaylar manzumesinde oluşturulan ve Rumların ENOSİS hayalleri yüzünden ancak üç buçuk yıl gibi kısa bir zaman yaşayan “Kıbrıs Cumhuriyeti” ve sonrası vardır.
Kıbrıs Türkleri bu Cumhuriyetten silah zoru ile fırlatılıp atıldığında, herşeyi elinden alınmış, gettolara kapatılmış, yokluklar içinde açmazları, türlü ambargoları yaşamış ve o onbir yıllık getto hayatımız geliyor aklıma.
Rum fanatizmi, bu adayı böldü, parçaladı ve hem Türklere, hem de Rumlara acı günler yaşattı.
Rumların EOKA’sına bir panzehir olarak kurulan TMT olmasaydı ne olurdu bu halkın hali?
Ve en önemlisi Anavatan Türkiye olmasaydı, gerçek anlamda ada Türklerinin sonu neye varırdı?
Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü bize hayat verdi, güç verdi, ömür verdi.
1963 olayları başladığında Anavatan bizlere kamyonlarla Kızılay yardımları ve ayakta kalabilecek kadar bir parayı göndermeye başlamıştı. Yani yokluk yıllarımızın başlangıcı...
İnsanlar o göçmenliklerinde evlerine bir avuç pirinç, bir avuç mercimek, bir avuç kurubakla ve kurufasulye götürmek için uzun “raşon” kuyruklarına girerdi. Küçükkaymaklı Türkleri’nin evleri yakılırken, azılı EOKA’cı Nikos Samson eline aldığı Türk bayrağı ile gazetecilere poz verirken şöyle demişti:
“Ey Türk, cesursan gel al!”
Ve o cesur Türk, 20 Temmuz 1974’te garantörlük hakkını kullanarak cesur olduğunu kanıtladı ve o katilin ellerindeki Türk bayrağını ve özgür toprakları aldı. Yani Anavatan bizleri o canilerin elinden kurtararak onurlu bir vatan, onurlu bir devlet ve onurlu bir bayrak hediye etti.
Ve geçmişi düşünürken binlerce göçmenin yerleşiminden sonra sistemin oturması ile, ekonomik, sosyal ve kültürel yapılaşmamız da başlamıştı. Tabii ki bu süreçte 1976 yılında geçmişti meclisten, seçim ve halk oylaması yasası.
O noktaya gelinceye kadar hep ekonomik zorluklarla cebelleştik. Ama Türkiye hep, “Kıbrıs Türkleri’nin ekonomik yapısı da en az Rumların seviyesine çıkartılmalıdır” dedi ve oluk oluk parayı bize akıttı.
Yine bu süreçte pek çok projeler hayat bulmaya başladı. Türkiye ile KKTC arasında imzalanan ekonomik protokollerle neler yapılmadı ki. Zaten ganimet de suyunu çekmişti.
O günlerde zorluklar ve sıkıntılar olmadı mı? Oldu ama bir başka şekil içinde. Artık hayatımızda ölüm korkusu ve Rumlar yoktu. Ama insanlar ekonomik yönden kalkınmaya başlayınca, turizmi de, sanayiciliği de, küçük esnaflığı da, narenciye üreticiliğini de, kendi üniversitelerini de ve mutlu geleceklerini de kurmaya başlamışlardı.
O süreçte oluşan yap-sat anlayışındaki inşaat sektörü de bir başka açılımdı.
Şi mdi gelelim “Evkaf’ın su meselesine...”
“Bu da nerden çıktı” diye sorarsanız, bu ifade bazı önemli konular tartışılırken bir yetkilinin ağzından çıkan “Gelelim Evkaf’ın su meselesine” deyince bu bir tabir haline geldi toplumda.
Sözünü ettiğim “Evkaf’ın su meselesi” şu anda yaşadığımız kendi gerçeklerimiz ve geçmişi unutmamızdır.
Şu anda içinde yaşadığımız süreç, dövizin fırlaması ve ülkede görünmeyen bir düşman gibi cebimizi yakmasıdır. Madem Türk parası ile ekononik yapımıza başka çare bulamıyoruz, Anavatan’la birlikte bizler de şu döviz belasını yaşayacağız. Ama bu da, geçmişte olduğu gibi geçecek ve normal hayatımıza döneceğiz.
“Ateş düştüğü yeri yakmıyor mu?” sorusunu sormakta haklı olsanız da, gidip de gavurun kucağına oturacak halimiz yok.
Unutmayalım ki, bir ara Rumlar da bütün Türk haklarını ve dış yardımları almalarına karşın iflasın eşiğine gelmişler, bankalarını batırmışlar ve yoklukla karşı karşıya kalmışlardı. Ama yine de gözü kör AB, onları da bünyesine aldı. Öte taraftan AB üyesi olan Yunanistan da batma noktasında gelince bazı adalarını satışa çıkarmıştı.
Rumlar şimdi avro ödeniyor da ne oluyor?
Rumlar sınırlarımızdan geçerek yok ettikleri bir halkın benzinini, giyim eşyalarını, yiyeceklerini avro bozarak kendi bütçelerine katkı için satın alıyorlar ve ayakta kalmaya çalışıyorlar. Yarın susuz kaldıklarında da kendilerine su da satacağız herhalde, geçmişte elektrik sattığımız gibi.
Yani diyeceğim şudur:
“Mutlaka geçmiş yaşadıklarımız hatırlayarak geleceğe bakmak ve kötümser olmamak lazım.”
Maalesef bazı politikacılar bu olumsuzlukları hep kendilerine göre yontarlar ve siyasi rant elde etmeye çalışırlar. Yontsunlar bakalım. Bazı yazarların kalemlerinden de zehirler aksın.
Ama bir gerçek vardır ki, yaşanan ve yaşanacak olan gerçeklerle arkamızda koca Anavatan ve onun bize verdiği bir hayat vardır.
Evet, son sözüm de budur beyler:
“Lütfen geçmiş yaşadıklarımızı, acı günlerimizi ve yokluklarımızı hatırlayarak geleceğe bakalım ve birbirimizi yemeden yaşayalım” diyorum.