Hayatın gerçeklerini insanlar irdelerlerken, dünyanın nimetlerine ve tüm güzelliklerine atıfta bulunurlar. Mutluluk gerçek anlamda bir insanın hayatında vücut bulmuşsa ne ala. Bulmamışsa, psikolojik yıkımları ile yaşamaya devam eder.
Bazı antropologlar insanların nasıl var olduklarını ve nasıl dünyaya geldiklerini irdeleyip dururlar da, henüz bir sonuca varamıyorlar. Belki bazı doğa fosillerinden faraziyelerle bulguları birleştirerek yorum yaparlar.
“Dünya ve kainat nasıl var oldu?”
Dinler tarihine baktığımızda, hemen hemen her milletin, her din kitabının, Adem’le Havva’dan bahsettiklerini görürüz.
Biz Müslümanlar “Havva ile Adem” deriz o faziyeler doğrultusunda ilk insanın oluşumunu yorumlarken. Rivayete göre bütün dünya ilk oluşumunda yüzeyi bir su ile kaplıymış. O suyla beraber varlıklar oluşmuş. O varlıkların cinsellikleri oluşmuş. Aklımıza gelen ve gelmeyen bütün canlılar. İnsandan başlayarak, hayvanlara, oradan da bitki ve ormanlara geçelim.
Hristiyanlar “Havva”dan bahsederlerken, onlar “Eve” diye söz ederler. Adem’den bahsederlerken de, “Aden veya Adam” diye söz ederler.
Müslümanların dini inançlarına göre varlığına inandığımız Allah önce Adem’i, onun kaval kemiğinden de Havva’yı yaratmış. Bütün bunlar rivayet...
Bütün bunlar bir yana... Mantığım bana kainatta çok büyük bir gücün var olduğunu söyler. O büyük gücün kurmuş olduğu “kainat” dengesinde canlıların var olması gerçeği yatar. Hani deriz ya, “Sende Allah korkusu yok mu?” diye...
Bazı ateistler Allah’ın varlığına inanmazlar. Ama güçler dengesinde çok büyük bir gücün ve yaratıcının mevcut olduğuna inanırlar. Adına Allah demeyi akıllarına getirmezler ama hayat gerçeğinde çok büyük bir güç olduğunu kabul edeler.
Gerçekten insan kainat ve insanlığın var oluş bilimini düşününce kafayı yer bana göre. İşte o güçtür ki üremenin, çoğalmanın, cinsel dürtülerin ve var olmanın gerçeğini bize gösterdi ve öğretti. Hele bir gökyüzündeki yıldızlar kümkesine bakınız. Gökkubedeki yıldızlar tablosu da o gücün birer parçasıdırlar. Lakin insanoğlu hala o gücün denge arayışlarını çözemiyor.
Bir gün bakarsınız evinizin saçaklarında sevişen serçeler veya güvercinler cinsel ilişkiye girmişler... Bir gün bakarsınız özellikle Mart ayında kediler çıldırmışlar.
Koskoca fillerin, timsahların, arslan ve kaplanların, geyiklerin ve nice hayvanların cinsel dürtüleri, çoğalmayı getirdi.
Bazen şu bizim Kıbrıs’ın Karpaz eşeklerine atıfta bulunuruz ve doğanın azizliğinden dem vururuz.
Karpazda şu eşekler nasıl çoğalmışlar? Nasıl üremişler? Tabiat her zaman kendi sistemi içinde kendini tamir eder ve hayat da sürer gider.
Bu tür yorumlar yapılırken birileri çıkar ve şöyle der:
“Ben ne kadar şanslı bir insanmışım ki, babamın binlerce sperminden biri olarak annemin yumurtasına ulaşıp döllenerek dünyaya gelmişim...”
İşte o gözle görülemeyecek kadar küçük spermlerin nelere muktedir olduğunu insanoğlu kavrarken ve hayatın akışında yoluna devam ederken, bu kez ölümü düşünmeye başlar. Kendi kafasına göre yorumlar yapar.
Antropologlar, cinsiyetten söz ederken, genetik bilimcileri de daha bir derinlerden ses verirler.
“İnsanların genetik yapılarında, atadan gelme güzellikleri, çirkinlikleri, akılları, hastalıkları, dinamikleri, acımasızlıkları vardır” derler.
Hani genetik yapı dediğimiz şey yani...
Şu koronavirüsün mydana gelişi de bayağı düşüncelerimizi darmadağın ediyor son zamanlarda.
Acaba Allahın insanoğluna verdiği akıl sayesinde, yine insanlığı ve dolayısı ile bütün canlıları bitirmek için bir araç mı oluşuyor?
Böyle günlerde çeşitli yorumlar yapılıyor insanlar arasında.
Güya Amerika’da bir üniversitenin ünlü bir bilim adamı, Çin’den verilen çok büyük paralar karşılığında bu virüsü üretmiş. Güya o bilim adamı hakkında soruşturma başlatılmış. Yani çeşitli yorumlardan biridir bu.
Bu “güyalar” inandırıcı mı?
Bana göre inandırıcıdır ve olmayacak şeyler de değildir.
Bütün bunları irdeler ve insanların hayat haritasını çıkartıp dünyanın gözleri önüne sererken, son söz olarak şunu ifade edebilirim.
“insanoğlu, Allah’ın verdiği beyin ve zeka sayesinde bütün nimetlerden yararlandı ve üretti, ama bu kez yine insanoğlu o beyin sayesinde yine kendini bitirecek.”
Bu bir algı meselesidir. Bu algıyı o anlamda yorumlarsak, hiç de mantıksız değildir.
Albert Einstein atomu keşfettiğinde dünyanın başına ne büyük bir belayı getireceğini bilmiyordu. İlk atom bombaları Hiroşima ve Nakazaki’ye atıldığında, insanlığın nasıl yok olmakla karşı karşıya kaldığını gördük, duyduk ve öğrendik.
Daha ne diyelim ki... İşte koronavirüs, işte insan beyni...