Tam 44 yıl önceydi. Gözümüz ileride, parmaklarımız tetikteydi. Temmuz yazında sabahın çiyli havasında gergin bir günün ağarması ve saatin 05’i gösterdiği bir zamanda Beşparmaklar’ın üstünden süzülerek gelen Türk jetleri, o küçücük mevzimizde dinlediğimiz minicik radyomuzdan duyulan Denktaş’ın gür sesi...
“Ey kahraman Türk halkı! Ey kahraman Mücahit! Ey çilekeş insanlar! Gazanız mübarek olsun. Türk askeri adanın dört bir yanından çıkarma harekatına başlamıştır.”
İşte o an gözlerimden yaşlar akmıştı silahımın üstüne. Yüreğimde engin fırtınalar kopmuştu. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Başımı yıllarca umutla baktığım Girne dağlarına çevirdim. Orada, Boğaz ve Dikmen yaylasına inen Türk paraşutlarını ve o tarlaların adeta bir lale tarlasına dönüşünü gördüm uzaktan.
Üzerimize, karşı Rum mevzilerinden leblebi gibi mermiler yağmaya başlamıştı. Rumlar kinlerini kusuyorlardı salvolarla... Onlar bize biz onlara sıktık mermilerimizi. Sanki bütün dağlar yıkılacak gibiydi. Her taraftan silah sesleri geliyordu. Havanlar, bazukalar, el bombaları, tompsonlar...
Mevzimizde üzerimize sıkılan kurşunlara karşılık verirken, kafamdan geçen onbir yılın muhasebesini yaptım.
Ve kendi kendime şunu sordum.
“Kaybolan yıllarımın hesabını kim verecek?”
Evet kaybolan yıllar...
Tam onbir yıl açık hava hapishanesinde geçen, varlıkla yokluk arasında en güzel yıllarımızın eritildiği, çocuklarımıza mama alamadığımız, yaşlı anne babamıza ilaç temin edemediğimiz ve Rum ambargoları altında ezildiğimiz onbir yıl...
Kaybolan yıllarımı bana kim geri verecek?
Sonra inançlarım yüreğimde daha da derinleşti ve kökleşti. Duygularım benliğimde bir fırtına gibi bir gitti bir geldi. Sonra silahımdaki bütün mermileri hiç düşünmeden karşı Rum mevzilerine boşalttım dişlerimi sıkarak.
“Bunlar benim kaybolan yıllarım için” dedim.
“Bunlar banyoda kurşunlanarak öldürülen doktor binbaşının eşi Mürüvvet hanım ve çocukları için” dedim.
Sonra...
“Bunlar da Hamitköy sırtlarında yıllarca çadırlarda yaşamaya mahkum edilen ve Kahpe EOKA’cılar tarafından evleri yakılan zavallı göçmenlerimiz için” dedim.
Öylesine bir hınçla asılmıştım silahıma o gün. Dalga dalga geldi gitti silah sesleri. Ağaçlardaki kuşlar artık susmuştu. Tabiat artık konuşmuyordu. Konuşan yılların kini ve bitmek bilmeyen intikam arzusuydu. Ne güzel bir duyguydu o.
Sanki Mustafa Kemal’in Yunanlıları İzmir’de denize döküşü gibi bir intikamdı o...
Doymak ve bitmek bilmez Rum ve Yunan hegemonyasına verilen bir cevap...
20 Temmuz’la doğduk bu topraklarda yeniden. Yeniden bir vatanımız bir bayrağımız ve bir devletimiz olduğunu görebildik. 20 Temmuz, yeni ufukları getirdi ve kahrolan acı dolu yılları bize unutturdu.
Tam 44 yıl sonra önümüze Annan Planı dedikleri bir plan koydular. Tam 44 yıl öncesini bize yaşatacak ezilmişliğe kapı açacak ve yeniden eskiye dönüşe basamak yapacak bir plan...
Bunun adına “barış planı” da diyorlar. “Kıbrıs’ın kurtuluş planı” da...
Sanki onbiryıl bu adada çektiklerimizi unutuyorlar. Sanki bu çektiklerimizi yaşamayanlardır bunu söyleyenler. Sanki onbir yıl Lefkoşa giriş kapılarındaki işkence barikatlarını unuttular. Sanki Ayvasıl’ı, Şillura’yı, Taşkent’i ve Muratağa ile Sandallar katliamını unuttular. Yakılıp yıkılan evlerimizi ve mahvolan ekonomimizi unuttular.
21 Aralık, 1963’le başlayan bir devletin damar damar filizlenmesi ve boy vermesi, 20 Temmuz, 1974’le şekillendi ve kişilik buluşu ve KKTC’nin kuruluşu...
Ben artık bir devletim arkadaş. Ben artık devletimin topraklarında, kendi egemen ve özgür yaşantımda bu topraklarda varım. Devlete sahip çıkıyor ve kendi varlığımın idamesi için burada direniyorum.
“Kaybolan yıllarımın bedelini” devlete dört elle sarılmakta buluyorum. Geleceği güçlü inançlarda, birlikte, beraberlik ve bütünlükte görüyorum...
Ve hala şu yılan hikayesine dönen Kıbrıs sorunu çözümlenemedi. Bazı beyler, bu çözümsüzlükte Denktaş’ı sorumlu tuttu.
Hani Denktaş nerede?
Denktaş siyaset sahnesinden silindi, ölene kadar da kendi davası için ölümüne bir savaş verdi ve bu dünyadan göçtü gitti.
“Kıbrıs sorununda en büyük engeldir” diyen beyler şu Kıbrıs sorununu neden çözemediler? Bunu soruyorum. Gerçekten neden çözemediler?
Denktaş siyaset sahnesinden çekilip bu dünyadan göçtü ve işin en ilginç yanı, Denktaş’ı suçlayanlar da “Kıbrıs sorununda uzlaşmaz taraf Rumlardır” demeye başladılar. Bier yerde insanın “Gelin bakalım babanızın köyünden” diyesi gelir insanın.
Her ne ise...
Gerçekten Kıbrıs sorununda Rumların uzlaşmazlığı bütün dünya tarafından da görülmeye başladı.
Kıbrıs Türkü’nün Rumları bekleme lüksü olabilir mi? Olamaz elbette.
Orada Toros Dağları bize gülümsüyor. Anavatan bir arslan gibi hemen başucumuzda. 21 Aralık 1963’ten bugüne kadar bize lokma kolma hayat veren büyük Türkiye...
Ve daha da önemlisi, Mehmetçik bu topraklarda var olduğu sürece, geleceğimize daha bir dört elle sarılacak ve kendi devletimizi güçlü bir inançla yaşatacağız.
Nice 20 Temmuz’lara...
20 Temmuz’la Doğan Devletimiz
Osman Güvenir
Yorumlar