11 Kasım, “Milli Ağaçlandırma Günü” olarak TC Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilan edilmiş ve fidan dikimi için bütün Türkiye harekete geçmiştir. Geçen yıl “Milli Ağaçlandırma Günü” 11.11.2019 olarak uygulandı. Bu yıl da daha kalıcı hale gelmesi için bir genelge yayınlanarak, bu gün, kalıcı hale getirildi. Bir yerde gerek Türkiye, gerekse bütün dünya Recep Tayyip Erdoğan’ı, ebediyen bu günle ve bütün başarıları ile anacak.
Milli Ağaçlandırma Günü’nün belirlenen tarihinin özelliği, “yılın on birinci ayında saat 11.00’de” fiden dikiminin gerçekleştirilmesidir. Bu tarihi unutmak mümkün değil. Akılda çok kolay kalabilecek bir tarih.
Hasbelkader eşimle benim nişan yüzüklerimizin içinde de 11.11.1962 yazıyor. Yani bir ömrün belgesi gibi... O bakımdan bizim için çok mutlu bir gün oldu.
O genelgede şöyle deniyor:
“Amaç, Türkiye’nin orman sahasını ve ağaç servetini çoğaltmak, erozyon kontrolunu teşvik ederek toprak ve bitki arasında bozulan dengeyi yeniden oluşturmak, biyolojik çeşitliliği geliştirmek, çevre değerlerini korumak, ağaç ve orman sevgisini yaygınlaştırmak, toplumun çevre duyarlılığına katkı sağlamak.”
Geçenyıl başlatılan ve bu yıldan itibaren kalıcı hale getirilen proje kapsamında Türkiye’de 81 ilde aynı gün ve saatte eşzamanlı olarak 4 milyona yakın fidan dikilmiş.
Bu yıl kapsamı genişletilen proje, Tükiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himalerinde, KKTC’nin de dahil olduğu 30 ülkeye eşzamanlı olarak hayata geçirildi ve aynı anda binlerce fidan dikildi.
Bu bir ideal mi?
Bence de dünyanın nefes alması ve temiz bir dünya yaratılması adına çok ideal bir projedir.
Tabii ki bir de bunun iki yüzü vardır. Birincisi yeşili korumak ve ormanları daha yaşanır hale getirip onları ayakta tutmak, ikincisi de tertemiz bir çevre yaratmak. Zaten projenin amacı da bu.
Çevre ile doğa ve orman, gerçekten insan hayatı için en önemli unsurlardır. Ne ormansız kalabiliriz, ne de termiz bir çevresiz.
“Çevre çevre” deriz de, yine de temiz bir çevre yaratamıyoruz. Ben şuna inanıyorum... Bir gün onun da üstesinden gelecek insanoğlu.
Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın dediği gibi, yeni fiadanlar ve yetişecek ormanlar, geleceğe nefes, dünyaya nefes olacak kadar önemlidir.
Hatılayacaksınız... 1991 yılında Girne dağlarını yakan o büyük yangın, nasıl da ciğerimizi dağladı. O güzelim Beşparmaklar, çıplak bir kadın gibi ortalarda kaldı sanki. Ama Orman Dairesi onun da üstesinden geldi ve ayıbımız zaman içinde örtüldü.
Bugüne kadar orman ve ağaç üzerine kaç tane yazı yazdım bilmiyorum. Şöyle bir araştırma yapsam, herhalde ortaya güzel bir kitap çıkar.
Ben en çok etkileyen husus, elbette ki sorumsuz kişilerin sorumsuzca ateş yakmaları, etrafa kırık şişe parçaları fırlatmaları ve piknik alanlarını giderken temizlememeleridir.
Bir başka önemli husus ise, kışın yaklaşımı ile, nerdeyse asırlık zeytin ve harup ağaçlarının sorumsuz kişilerce kesilerek kamyonetlere veya kamyonlara yükletilerek yakacak olarak kullanılmasıdır. Özellikle bu gibi durumlar, kırsal yöre insanlarınca yapılmaktadır maalesef. Odun satıcıları da bu işin bir başka parçası. Türkiye ve Avrupa’da, özellikle çok yağmur alan coğrafyada çok ormanlık alan vardır. Ama biz adalılarda bu çok kısıtlıdır. O bakımdan ormanlarımızı ve ağaçlarımızı korumak durumundayız.
Orman hırsızları türeyince şu soruyu sormuşuzdur:
“Devlet her ağacın dibine kırbekçisi koyacak değil ya...”
Evet kırbekçileri... Yani eski insanların “desteban” dedikleri orman bekçileri.
Özellikle İngiliz döneminde destebanların görevleri çok önemliydi ve başarılı destebanlara İngiliz ödül verirdi.
Fakat bu durumu açmak lazım yeni nesillerin bilmesi açısından.
Geçmişte İngilizler, bazı zalim ve duyarsız insanların ormanlara zarar verilmemesi için “desteban” dedikleri kırbekçilerine bir görev arması verirler, destebanlar da o metalden ve üzerinde kraliyet tacı olan armayı göğüslerine takarak ormanların yolunu tutarlardı. Tabii ki destebanların da bir maaşları vardı.
Kırbekçilerinin en önemli görevi, ormanlara salınan keçi sürülerinin harup, zeytin ve bağ sürgünlerine zarar vermemeleri içindi. Çünkü bazı sorumsuz çobanlar, keçi yasağına rağmen, genç ormanlara salıverirlerdi sürülerini. İşte öyle bir durumda desteban, o çobana ceza kesip, mahkemeye verebiliyor ve cezaya çarptırabiliyordu. Bu yüzden destebanlar hiç sevilmezlerdi. Çünkü bölgede ikamet eden çobanlar, hep onlara düşman gözü ile bakarlardı.
1974 Mutlu Barış Harekatından sonra merhum kurucu Cumhurbaşkanı Denktaş bir talimat vermişti savaş sonrasında ekonomik savaşı başlatmak için. Bütün memurların münavebe usulü ile gruplar halinde dağlara gidip, harupları toplayıp kooperatife teslim edeceklerdi. Hatta ilk grubun kendi dairesinden oluşmasını emretmişti. O grupta ben de vardım, naçizane bir ifade ile.
Grubumuz kamyonlarla, torbalarla ve on kişilik grubumuzla Aykuruş civarındaki ormanların yolunu tutmuştuk. Asırlık harup ve zeytin ağaçlarının üstü ürün doluydu ve nerdeyse küçük kedi yavrusu büyüklüğünde tarla fareleri ağaçların üzerinde cirit atıyorları.
Şimdi olagelen odun hırsızlıklarını ve sorumsuz ateş yakanları düşündüğümde, aklıma hep o ıssız ve kervan geçmeyen dağların doruklarındaki haruplar ve sessizlik gelir.
Odun hırsızları herhalde, “Adam sen de, beni kim görecek bu dağ başında” diyerek şimdi bile dağların yolunu tutarak, şömine için şahane kütükler ve odunlar hazırlarlar. Özellikle zeytin kütükleri yağlı ve dayanıklı oldukları için ateşe dayanıklıdırlar.
Yani diyeceğim şudur...
Bir taraftan yeşili koruyalım ve ağaç ekelim derken, öte taraftan bazı orman katilleri, katil baltaları ile deşhet çatıyorlar ve devlet bunlara birşey yapamıyor.
Bu serzenişlerime bir nazire olarak bir de şunu ortaya atmıştım geçmişte, ormanları çoğaltmak adına.
“Keşke her doğan çocuk için aile en az yirmi tane fidan dikse ve bu durum, yasalarla hayat bulsa” demişimdir.
Maalesef bizi duyan olmadı. Millet kürsünden ahkam keser de, yeşili koruyanın sesini duymaz.
İnşallah ileride bu proje ile şahane ormanlara kavuşuruz.