Okullar açıldı mı, trafik daha bir yoğunlaşmaya başlar.  Nitekim okullar açılmış ve sürücüler işkence yaşamaya başlamışlardır. 

            Trafiğin en odak noktaları, çifte atılmış ipin düğümüne benzer.  Adeta bütün hayat felç olur okula ve işe geliş gidiş saatlerinde.  Özellikle kent giriş çıkışları bayağı işkence yaşatıyor insanlara.

            Değişen hayat şartları, kentsel fiziki değişimler ve insanların başaramadığı idealleri, maalesef o trafikle beraber felç olup kayboluyor.

            Zaman zaman düşünmüşümdür...

            20 Temmuz 1974’te başlayan kuzey yollarımız biçimlenirken, o günün şartlarına göre tamamen zorunlu ihtiyaca göre düzenlenmiş ve planlanmıştı.  O günün şartları neydi?

            Binlerce göçmen hiç bilmedikleri ve görmedikleri yeni evlerine yerleşirlerken, onların ulaşım sorunları gündeme gelmişti. Örneğin bir göçmen Güzelyurt’a yerleşmişse, zamanın Karayolları Dairesi elleri kolları sıvayarak, yani yollar tasarlamıştı.  Kuzey’in zorunlu ihtiyaçları ve yeni coğrafya ile zorunlu kara yollarının yapımı gündeme gelmiş ve zaman içinde o zorunlu yollar biçimlenip, bugünkü halini almıştır.

            Herhalde ilk kuzeyle güney arasında çekilen sınır ötesindeki kuzey kara yollarımızı hatırlamaktadır göçmen kardeşlerim.  O sınır ötesi yollar, savaş sonrasında tamamen devre dışı kalan bazı noktalardaki ulaşım güzergahları, gerçekte ne Türklere, ne de Rumlara hizmet edebilecek bir hal almıştı.  İşte o nedenle Türkler kuzeyde, Rumlar da güneyde yeni yol yapımına gitmişler ve yeni hayatlarını biçimlendirmişlerdir.

            Hatırlıyorum...  1974 sonrası bazı göçmenleri yerleştirirken, dairenin arabası ile çizilen yeni Güzelyurt patikasına revan olmuş, kocaman kocaman kaya ve taşları aşarak Güzelyurt’a varmıştık.  O patika yol değildi.  Ama zaman içinde o patika, gerçekte oluşacak ana yolun da temelini teşkil ediyordu.  Mağusa için de durum aynıydı. Sınır boyunca yeni yolların yapımı vardı.  Girne için böyle bir zorunluluk yoktu.  Sadece kendimize göre Rumlardan kalma yolların yetersizliğini gidermek için, güzergahlarda bazı düzenlemeler yapılmış ve o düzenlemede ortaya çıkan Rumların betondan mevzilerine rastlamış ve onları ortadan kaldırmışız.

            Trafiğin iyileştirilmesi ve halkın işlerinin daha kolay halledilmesi için iki strateji konmuştu o günlerde ortaya.  Bunlardan birisi Lefkoşa Yenişehir bölgesinin tümden devlet dairelerine tahsis edilmesi, diğeri de bakanlıkların kent  dışına kaydırılması ve projelendirilmesiydi.

            Yenişehir evlerinin devlete tahsisi maalesef gerçekleşemedi, birkaç bina dışında.  Çünkü göçmen talepleri, siyasilerin üzerinde oluşan baskılar ona fırsat vermedi ve o evler teker teker elden gitti.

            Galiba en doğru karar, Başbakanlık ve diğer bakanlıkların kent merkezi dışına taşınması ve modern binalar inşa edilerek, idari yapılaşmamızın pekişmesi ve gelişmesi sağlanmış olması en güzel karardı.  Başbakanlık, Bayındırlık Ulaştırma, Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları, diğer yandan Sayıştaylık, Sağlık Bakanlığı, Polis Genel Merkezi ile Lefkoşa Polisinin kent dışındaki modern binalara taşınması bir olaydır esasında.

            Lakin gelin görün ki, kent girişlerinde yaşanan kriz hala daha çözümlenemedi.  Sabahleyin yaşanan kaos ve karmaşa, memurların işlerine ve çocukların da okullarına gitmeleri ile bağlantılıdır.

            Ercan kavşağına yapılan yonca, yerinde bir karardı.  Peki Kent merkezine neden zamanında giremiyoruz?  Giremiyoruz, çünkü ne alt geçitler, ne de üst geçitler düşünülmüş.  Tünel yöntemi de düşünülmemiş.

            Bazen sabah sekizde bir yere giderken, o işkencenin de ortağı oluyor insan.  Girne’den, Güzelyurt ve Mağusa’dan gelen işkence kuyrukları kabul edilir gibi değil.

            Bir yerlerde hata mı yapıyoruz? 

            Hani bir zamanlar araçların trafikte seyri harf sırasına göre yapılıyordu ya...  Şimdi bazı araçların erken, bazı araçların da kent içine girişi çıkışı sağlanır ve programlanırsa, acaba iyi mi yaparız, yoksa kötü mü yaparız diye düşünüyorum.  Gerçekte o da çözüm değildir.

            Şayet bazı Türkiye kanallarının sabah haberlerini izlerseniz, kilometrelerce oluşan araç kuyruklarını de görmüş olursunuz.  Bazen Türkiyeli kardeşlerimizle bizim trafiimiz üzerine eleştirel konuşmalar yaparken, adamlar bize şöyle derler:

            “Kardeşim nedir Allah aşkına sizin şu Kıbrıs’taki trafik kuyruğu?  Siz gelin de bizim İstanbul’da görün işkence kuyruklarını.”

            Herhalde öyle bir ortamda yaşamak zorunda kalan insanlar, gidecekleri yere ya sabahın köründen yola çıkarlar, ya da geç çıkarlar, şayet iş ortamı buna müsaade ederse.  Lakin İstanbul’un trafiği hiçbir zaman bitmez. Ve işin en ilginç yanı, İstanbul insanları o karmaşık trafiğe alışmışlar ve hayatlarının bir parçası olduğu kanaatine varmışlar.  Yani trafik karmaşası ile yaşamaya alışmışlar.

            Mesela şu pandemi günlerinde sokağa çıkma yasağı konunca insana biraz tuhaf geldi, o karınca gibi araba katarlarının ortadan kalkması ve sokakların, geniş caddelerin çın çın ötmesi.

            Büyük kentlerin trafik sorunu çözümlenirken, bizim sorunumuz nasıl çözümlenecek diye kendimi sorguluyorum.

            Lütfen artık ilgililer alt ve üst geçitleri, tünel projelerini düşünsünler de herkes rahata kavuşsun.

            “Rahata kavuşsun” demek kolay da, o rahatı gerçekleştirmek hayli zor esasında.  Bazen kendi düşüncelerimi de kendim eleştiriyorum bu zorunlu yaşam koşullarında.  Yani hayallerle gerçekler çatışınca, hep boşlukta kalıp sallanıyoruz, anlayacağınız.